Ancak Bir Benzerim Öldürebilir Beni

Milas Önder Gazetesi
Cezmi Ersöz / İletişim Yayınları / Deneme / 13. Baskı Ekim 2003 / 109 Sayfa Ayşegül Şenay KAŞKAR Cezmi Ersöz, 1959 yılında İstanbul’da doğdu. Kabataş Erkek Lisesi’ni bitirdikten sonra eğitimine İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi’nde Siyaset ve Kamu Yönetimi Bölümünde devam etti. Edebiyat yaşamının başlangıcını edebiyat dergilerinde yayımladığı şiir ve eleştiriler oluşturdu. Daha sonra Cumhuriyet, Güneş, Özgür Gündem, Aydınlık gibi günlük gazetelerde yazıları ve röportajları yayımlandı. Ardından, haftalık Deli dergisinde yazdı, Bir dönem, Leman dergisinin yazarları arasında yer aldı. Şu an 'Deve' dergisinde yazmaktadır. İnsan-dünya ilişkisini, duygular ve olaylar karşılaştırması yaparak anlattığı çoğu eserinde hayatı sorgular. gündelik zorunluluklardan, en temel ihtiyaçlardan ve insanın vazgeçemediği tutkularından bahseder. Eserlerinde yoğun bir melankoli ve karamsarlık fark edilir. İnsanın iç yolculuğunu melankolik bir dille anlatan bir yazardır.   ESERLERİ Kafka Market, / Şehirden Bir Çocuk Sevdin Yine, / Hayat Bir Emrin Var mı? / Haritanın Yırtılan Yeri, / Ancak Bir Benzerim Öldürebilir Beni, / Son Yüzler, / Saçlarının Kardeş Kokusu, / Annelik Oyunu Bitti, / Yok Karşılığı Yüzünün, / Kırk Yılda Bir Gibisin, / Hayallerini Yak Evi Isıt, / İçime Gir Ama Sigaranı Söndürme, / Bana Türkçe Bir Ekmek Ver, / Şizofren Aşka Mektup, / Yine Seninle Geldi Hayat, / Açıkla Bana Bu Işığı, / Ölürsem Beni Seninle Ararlar Şimdi, / Suçtur Umutsuzluğa Kapılmak, / Zarfını Ben Açardım Sana Yazdığım Mektupların, / Derinlerine kimse Sevgili Olamadı, / Kendi Kendine Konuşmaktır Aşk, / Hata Yaptıysam Aramızda Kalsın ve Beni Asıl hayat Aldattı.   Ve kitaptan üç yazıyı aktararak sürdürelim… ALEM BUYSA İSYANLARDAYIZ Ece Ayhan’ın, orta ikiden ayrılan, sabahları en erken uyandırılan çocuklarıyla birlikte, Gülhane’de, ezilenlerin şarkıcısı Müslüm Gürses’in sahneye çıkmasını bekliyoruz. Kendine sığmayan, doyumsuz, taşkın bir sevgiyle sahneye taşmak istiyor İstanbul’un en alttaki gençleri: “Müslüm Baba! Canımız feda sana! Müslüm Baba, sen çok yaşa.” Spiker azarlayan bir ses tonuyla: “Adam gibi oturun, bekleyin Müslüm Gürses’i!” diyor. “Bizim çocuklar” ıslıklıyorlar otoriter spikeri. Birazdan babaları gelecek ve onları kucaklayacak. Biliyorum. Müslüm’ün en itilmişler katında çok özel bir saygınlığı var. Esirgeyen, koruyan, isyanını bastıramayanları en iyi anlayan duygusal bir tavrı var Müslüm’ün. Mazlum yüzü, kırık, kirli sesiyle şehrin isyankârına en yakın ses onunkisi şimdilik. Beyoğlu’nun arka sokaklarındaki uçurum meyhanelerinin az konuşan, ağır işçileri, müdavimleri, müşteriler gittikten, el ayak çekildikten, yani “biz bize” kaldıktan sonra, seslerini onun gibi kırık ve kirli yaparak “Zalim”i söylerler. Şarkı bittikten sonra çok ağır bir koku sarar sanki mekânı, dokunaklı bir sessizlik olur. isyankâra, çile çekene saygı duruşudur bu. Sonra arka masalardan biri, “İsyanlardayım”, “Var mı dostum?” der çekinerek. Şarkı söyleyeni tanıyan ve “Müslüm âşığı” bir başkası ise, gözyaşı sinmiş, ama dayılığı yine de kimseye bırakmayan sesiyle, “Var, olmaz mı?” der. Tezgâhın arkasındaki ağır delikanlı, bu defa “İsyanlardayım”ı yine o kırık, o kirli sesiyle söylemeye başlar. Beyoğlu’nun bu uçurum meyhanelerinde, Müslüm’ün bir adı da “Dede”dir… Muhterem Nur’un vefalı sevgilisi Müslüm Gürses; Muhterem Nur amansız bir kanser hastalığına yakalanınca, varını yoğunu onun için harcayan, günde üç pavyonda şarkı söyleyen, sevgilisinin iyileşmesi için onu Amerikalar’a götüren Müslüm Gürses, bu davranışlarıyla şimdi artık ezilmişler tarafından daha çok seviliyor. Dede’ye de bu yakışır! Ve sahneye şimdi bir başka spiker daha çıkıyor ve Müslüm Gürses’i, “Dünyanın en büyük megastarı” diye tanıtıyor. “Çünkü,” diyor, “öbür megastarları 20-30 bin kişi dinliyor. Oysa Müslüm’ü dinlemeye bugün 60 bin kişi geldi! En alttaki çocuklar, sahneye dalga dalga akıyorlar. Gülhane’de bir sevgi depremi yaşanıyor. Kocaman avuçlarıyla yüzünü örten bir amelenin ağladığını görüyorum, tam yanı başımda. Ve çıktı işte. Bu, Müslüm Gürses. En son bir dalganın ucunda görüyorum. Doğru dürüst konuşamıyor: “Allah Allah! Yahu, ben ne olmuşum. Tamam, tamam; babanızım! Şimdi siz bana, baba diyorsunuz ama ben komplekslere giriyorum. Canım feda size. En değerli servetimiz, canımız; işte o bile feda olsun, size! Baş tacımızsınız siz!..” Çiçeklere, öpücüklere boğuluyor. Kendisini öpmeye gelenleri sahneye sokmayan görevlilere, “Yahu bırakın gelsinler, onlar bizim canımız!” diyor. İşte bu sözler ikinci büyük dalgaya neden oluyor. Her sınıftan kovulanlar Müslüm’e ulaşıyor. Onun yanında yasak yok! Hiç bilemezdim, Müslüm’ün ikinci şarkısı, “Rüzgâr Söylüyor Şimdi O Yerde Şarkımızı” oluyor. Dalga bir anlık geri çekiliyor. Onlar aşkı, ayrılığı bu denli şiirsel ve naif yaşamıyorlar. Onlar aşkları için kan döküyorlar; bileklerini, göğüslerini kesiyorlar. Ölümü göze alıyorlar. “Zalim” şarkısı geliyor ardından. Gözler hafifçe ıslanıyor. Sigaralar yakılıyor. Şiddetle, pislikle, rezillikle, en bayağı olanlarla her gün, koyun koyuna, yaşayan bu insanlar aşkı ve ayrılığı anlatan bu şarkıda adeta bambaşka bir kimliğe bürünüyorlar. O hoyrat, o kaba avuçlarını açarak yavaş yavaş el sallıyorlar, Müslüm’e. Kimisi yerdeki bir kâğıdı tutuşturuyor, kimisi çakmağını yakıyor. Aşkları, isyanları kadar büyük, onu kanıtlamaya çalışıyorlar. Benim dünyamdaki insanlar Müslüm’ü ve onu sevenleri bir çamur olarak görürler. Nerde okumuştum, bilmiyorum: “Çamurun dibi parlaktır,” diyordu. “Pis olan yüzeyi geçtikten sonra, dibe inildikçe parlak bir ışık bekler sizi.” Haliç’e her gün dalan dalgıç Kadir de söylemişti aynı şeyi: “Haliç’in sen pisliğine bakma, dibi parlaktır,” demişti bir gün. Çamur saydığımız dünyadaki insanların, aşklarına, duygularına inebildik mi, hissedebildik mi bir kez olsun?… Bir ara ses düzeni bozuluyor. Müslüm’ün en can yakan parçası, “Dokunma” yarım kalıyor. Ve on binlerce kişi, ülkemizin en dramatik ve en anlaşılması güç sloganını atıyor: “Burası Türkiye! İsrail Değil!” Bugüne dek bu slogan kadar güvenlik görevlilerini telaşlandıran, onların elini kolunu bağlayan bir başka slogan görmedim! Biraz sonra ses düzeni onarılıyor. Müslüm bu işe, “Teknik bir olay,” diyor. Kaldığı yerden devam ediyor. Sıra, gecenin en görkemli şarkısına geliyor: “İsyanlardayım.” Ece Ayhan’ın orta ikiden ayrılan ve sabahları en erken uyandırılan çocukları, bu şarkının sözlerini ezbere biliyorlar. Üstlerini çıkarmışlar, kan ter içinde ve yumruklarını sahneye sallayarak isyanlarını haykırıyorlar. Yanımdaki çocuk, arkadaşına, “Herkes haplanmış,” diyor, “ayık adam yok!..” Evet. Müslum Gürses’e tapan çocuklar; Çağlayan’ın, Kâğıthane’nin, Yedikule’nin, Güngören’in, Zeytinburnu’nun, Gültepe’nin, Kanarya’nın, Topkapı’nın umutsuz, itilmiş, gariban çocukları. Kentli sosyologlar, “Kara kalabalıklar,” diye tanımlıyor onları. Eğitim sistemi ve mülkiyet ilişkileri her geçen gün bataklığın en dibine itiyor onları. Yakında Müslüm’ün o kırık ve kirli sesi bile, yetmeyecek onların öfkesini kanatıp yumuşatmaya. Geçen gün ne diyordu Çetin Altan, köşesinde: “Kapitalizm beceriksizi, derhal, saf dışı eder!” Bunu siz şöyle de tercüme edebilirsiniz: Kapitalizm, eğitimsizi, taşralı göçmeni, okumamışı, başarısızı, derhal saf dışı eder ve etmelidir de! “Ne yapalım, zalimin kapitalizmi varsa, bizim de şimdilik Müslüm Babamız var! Âlem buysa, isyanlardayız!… Müslüm’ün isyankâr çocuklarıyla beraber terk ediyorum Gülhane’yi. Yollarda bile, “Müslüm Baba!” diye bağırmayı sürdürüyorlar. Öfkeleri dinmemiş halâ. Kendilerini, arabaların, otobüslerin önüne atıyorlar. Kaosu ve şiddet gösterisini seviyorlar. Yarın hepsi atölyelerinde, zemin katlardaki iş odalarında yapayalnız ve çaresiz kalacaklar, bunu çok iyi biliyorlar. Ellerine geçen bu fırsatın tadını çıkarmak istiyorlar. Bana gelince, onları ne kadar anlamaya çalışırsam çalışayım, beni şüpheyle süzüyorlar. Ben onlardan biri değilim, bunu hemen anlıyorlar. Yerlilerin arasında bir ajanım ben, onların gözünde! Benim bulunduğum semte, hiçbiri gelmiyor. Trenlerine, otobüslerine binip gecekondularına gidiyorlar. Ben, kendi semtimde barıma geliyorum. Arkadaşlarım, “Nereden böyle?” diye sorduklarında, “Müslüm’ün konserinden!” diyorum, “çok güzeldi!” Onlar da bu defa bana uzak ve yadırgayıcı bakışlarla bakıyorlar. Bir Gülhane akşamında kendimi hiçbir yere sığdıramıyorum. Kimsenin kimseyi anlamak için çaba harcamadığı bu ülkede, köpekler gibi yalnız olduğumu hissediyorum. Benim, bir Müslüm Babam bile yok!… (Sayfa 5-8)   FAKİRLİKTEN TİKSİNTİ SİLİNEMİYOR Açlık ve her türden çaresizlik, İstanbul’un uçurum çocuklarını yeni para kazanma yolları bulmada çok yaratıcı yapıyor. Trafiğin sıkıştığı yerlerde; Mecidiyeköy’de, Topkapı’da, Boğaz Köprüsü’nde, Aksaray’da kirlenmiş araba camlarını yırtık ve kirli bir suya batırılmış süngerleri ve plastik fırçalarıyla temizliyorlar… İşin ilginç yanı, araba sahiplerinin bu uçurum çocuklarından böyle bir talepleri olmuyor. Çocuklar trafiğin sıkıştığı bir anda gözüne kestirdikleri bir arabanın önüne can havliyle atlıyor, büyük bir hızla camı silmeye başlıyorlar. Araba sahibini bir oldu-bittiye getiriyorlar. Ya birkaç kuruş para verir ya da -varsa- bir vicdani yükün altına girer, çekip gider… Bir pazar, öğleden sonra Aksaray’da, yol kavşağında bu çocukları ve ancak karın doyuracak bir para için katlandıkları acıyı, sıkıntıyı, aşağılanmayı uzunca bir süre seyrettim. Aralarında 5 yaşında badi badi koşan çok küçükler de vardı. Yüzleri insanlara duydukları nefretten yakıcı bir bıçakla çizilmiş olan 16-17 yaşında olanlar da vardı. Bir iki kız çocuğuna da rastladım. Onların da yüzleri öfke ve panik duygusundan sapsarıydı. Bu çocukların, karınlarını ancak doyuracak parayı kazanmaları bir başkaldırı şeklindeydi. Tüylerim diken diken izliyordum işte, Boyu ancak arabanın camına yetişen çocuğa arabanın sahibi, önce ağzından tükürükler saçarak ağır küfürler ediyor, ellerini öfkeyle sallıyor, bunlara aldırış etmeyen çocuğa fiziki olarak müdahale etmek için can havliyle arabadan dışarı fırlıyor. Belli ki vuracak, bir yanını acıtacak, öfkesini boşaltabilmek için. Camını elindeki yırtık bir süngerle silen bu “ne idüğü belirsiz” insan yavrusu, araba sahibinde neden, niçin bu denli garip bir histeri duygusu yaratıyor diye düşünüyorum. Evet, bu özel araba sahibi kişi, açıkça histerik durum içine giriyor. Yarım yamalak silinmiş camına bakıyor, çizilip çizilmediğini anlamak için yokluyor. Kaçan çocuğun ardından bakıyor. Belki de arabasında o kaçan çocuğun akranı olan kendi çocuğu oturuyor, yanında suskun ve gergin karısı. Arabayı bir sessizlik kaplıyor. Belki adam da gösterdiği bu aşırı tepkinin nedenini sorguluyor… Uçurum çocukları, küfürler, aşağılanmalar, dayak tehditleriyle arabaların arasında can havliyle dolaştıkça bu tepkilerin ortak bir adını buluyorum: “Fakirlikten tiksinti…” Arabalarını, yaşayan bütün varlıklardan daha çok seven insanların yaşadığı ortak bir tiksintiydi bu: Fakirlik tiksintisi. Araba sahibi olamayanlarda da vardı bu duygu. Aralarına girip onlarla konuşurken elim gayri ihtiyari cüzdanıma gittiği için bende de vardı. Onlar gibi yaşamak zorunda olmayan herkeste vardı bu tiksinti. Araba silicisi çocukların o zavallı, çelimsiz varlıkları nedense belleğimizde böylesi derin, köklü ve akıldışı bir tepki yaratıyordu. Fakirlikten tiksinti, mide bulantısı gibi, kusmak gibi, insanda baş dönmesi yaratan bir suçluluk duygusu gibi… Camlarını sildikleri için çocuklara para veren kimileri de, yaşadıkları bu tiksinti duygusundan bir an önce kurtulmak için yapıyorlardı bu jesti. Bu teklifsizlik ve cesaret karşısında yaşadıkları korku, acıma duygusunu her defasında bastırıyordu. Bir an önce bu duygulardan uzaklaşma… Bu, çocuk kılığına girmiş yoksulluktan ve yarattığı panikten bir an önce kaçma… Daha sonra, trafik ışıklarının olduğu yere bir polis geliyor, bir tıkanma olduğu için arabalara kırmızı ışıkta yol veriyor. Arabalar bu defa durmadan geçip gidiyorlar yoldan. Çocuklar hemen öbür tarafa koşuyorlar. Orada trafik, ışıklara ya da üst yoldan gelen diğer arabalarla kesiliyor. Şimdi de bu yolda aşağılanacaklar, küfür yiyecekler, dayakla tehdit edilecekler. Bütün bunlar, işlerinin kaçınılmaz yanları. Çocuklar, iki taraftaki trafiğin artık kesintisiz olarak aktığı zamanlarda kendilerine dinlenme molası veriyorlar. Konuşmak için yaklaşıyorum yanlarına. Benden çekiniyorlar. Gazeteciden, onun ucu boru gibi makinesinden, polisten ve onun silahından, copundan korktukları gibi korkuyorlar. Gazeteci yazıyor, polis yakalıyor onlar için. Bir gazetede bu çocuklar için “Gündüz tiner içiyorlar, gece evleri soyuyorlar” diye bir yazı çıkınca içlerinden birçoğu karakola çekilip dayak yemiş. Dayak yiyenlerden biri sırtını duvara dayamış, kesik kesik nefes alıyordu. Sinirleri gerilmiş ve âdeta ağlayacak gibiydi. Saatlar süren aşağılanmalardan sonra ancak 10 bin lira kazanıyorlardı. Yaşları büyüdükçe kazandıkları para azalıyordu. Tophane yıkıntılarında yaşıyorlardı. Bana çekingen bir saygı gösteriyorlar, ama sevmiyorlardı. Unutmadan; arabaların camlarını silmeye çalışırken, arada bir ayakları tekerleklerin altında kalıyordu. Yok, “bir şey” olmuyordu… Bu çocuklar daha da çoğalacak. Yaşadıkları öfke onları daha korkusuz ve cesur yapacak. Ve bizler fakirlikten bu denli tiksindikçe -Çocuk Zirvesi’nin halâ yankılandığı bu günlerde- yemin ediyorum, bu duygu fakirlikten korkuya, hem de dehşetli bir korkuya dönüşecek. Bizler evlerimizde televizyon seyrederken, yoksulluğun o korkunç kokusu odalarımızı kaplayacak. Hiç kimse bu duygudan kaçıp kurtulamayacak. Camı silinirken hiçbir araba sahibi kapıyı açıp, çocukları dayakla tehdit edemeyecek… (Sayfa 9-12)   BAYRAMA ABONMAN BİLETİYLE GİRENLER Karaköy’de Denizcilik İşletmeleri’nde çalışan işçilerin “Açız” diye bağırmaları ağırıma gidiyor. İşçiler öfkeli, gururlu ve kararlı olsun istiyorum. Saraçhane’de yerlere oturan bir işçi, çocuğuna bu bayram elbise alamadığı için, boynunu büküp “Babalık gururum kırıldı!” diyor. Her şeyin yaratıcısı işçiler, yoksulluk sınırında maaşlar verilse rıza gösterecekler bu vahşi sömürüye, yüzleri gülecek, yine çalışıp didinecekler gün boyu… Hangi bir yürüyüşe, hangi bir eyleme katılayım diyorum. Kaldırımlar, caddeler alkış sesleriyle yıkanıyor. Ama işçiler dünyayı istemiyorlar, en çok “Açız” diye bağırıyorlar. Ağırıma gidiyor. Yoldan geçen tuzu kuru iki adam konuşuyorlar, “Bu ülkede aç mezarı yoktur” diye… Bu iki adamın tarihi bilmedikleri belli. Tarih bilselerdi gerçekten, 1850’li yıllarda Ankara, Kırıkkale, Yozgat civarında günde yaklaşık 2 bin kişinin -evet, 2 bin kişinin- açlıktan öldüklerini bilirlerdi. Önce ağaç kabuklarını, sonra deve leşlerini yiyerek hem de. Bilenler bilmeyenlere anlatsın; bu ülkede aç mezarı vardır beyler, hem de çoktur! Ne yapsam, nerelere gitsen diye düşünürken kendi gazetemde de üç aydır aylıklarını alamayan insanlar geldi aklıma;* çalışma arkadaşlarım, ortak bir sefaleti paylaştığım “kader” dostlarım. Ve en aşağıdakiler; Ortalama 5-6 nüfus geçindiren emekçiler. Ayda 500 bin lira alan yükleme boşaltma işçileri. Bayram arifesinde eşine, çocuklarına üst baş alamayacak olanlar. Eve eli boş giden en aşağıdakiler. İnanın, bu insanların çocuklarına bakkaldan şeker alacak dahi paraları yok bu bayram… Birine soruyorum: “Yanında kaç para var şu anda?” Mahcup oluyor. Buruşuk gömleğinin cebini yokluyor. Gözlerini kaçırıyor, yutkunuyor: “Hiç yok, hiç param yok!” Sonra cebinin köşesine kıvrılmış, kırmızı bir kâğıt parçasını çıkarıp gösteriyor bana: “Tek bu var; abonman bileti. Eve bununla döneceğim. Başka yok.” Lanetliyorum kendimi. Niye soruyorum ki bu soruları insanlara? Hangi sözcüklerle anlatabilirim ki cinneti? Cavit Gider. Yüzyıllık bir emekçi. O da yükleme boşaltmada. Bir bodrumda sekiz nüfusuyla, bu devranda kendini kaybetmiş. Sanki bir deniz kazası geçiriyor sürekli olarak. Uyuyor, uyanıyor, hep o facia duygusuyla. Yüzyıllık bir emekçi ama 550 bin lira aylık alıyor (3 aydır alamadığı aylığı). Üzerine bastığı delik deşik ayakkabısından başka hiçbir şeyi yok. Ağlamasını unutmuş. Başı dönüyor. “Kendimi sokaklara vurup iş arayacağım” diyor. Emekliliğine iki sene kalmış. 1.5 milyon bulursa borçlanacak ve emekli olacak. Ama bir kuruş parası yok ve emekli olamıyor. Ve bodrum katından bu ay sonunda ev sahibi çıkartacak onu, ailesiyle birlikte. Dağlara mı çekilsinler? Cebinde sadece boynu bükük abonman bileti olanlar, 3 bin liradan başka parası olmayanlar, çocuğuna şeker dahi alamayanlar, bayram gelmesin diye dua eden babalar ve evine bir kilo kiraz bile alamayan yüzyıllık emekçi Cavit Baba; ne olur, “Açız” diye bağırmayın. Dünyayı isteyin, hemen. Bilin ki, bu ülkede aç mezarı vardır ve bu mezarlara bizim gibi, sizin gibi, onlar gibi susmadan çalışanlar giderler. Her zaman böyle olmuştur, böyle olacaktır (Sayfa 101-103)   * Güneş Gazetesi’nde 1991 yılında yaşanan ekonomik kriz sonucunda yaşananlar.