İnsanlar Uyanıyor
Ayşegül Şenay ve Kemal KAŞKAR -
Aziz NESİN / Mizah Hikayeleri / Cem Yayınevi / 1. Baskı: 1972 / 226 Sayfa
Yeni yıla, ‘bir Aziz Nesin Kitabı’nın tanıtımıyla girmenin hayırlara vesile olmasını diliyoruz.
Bu tercihimizi; ister ülkemizde-dünyamızda yaşananların ‘tam Aziz Nesinlik’ niteliğine dikkat çekici yönüyle, isterseniz de yaşanan olumsuz tablo içinde küçücük bir ‘gülümseme adacığı’ olsun, bulunsun anlamında değerlendirebilirsiniz diyor ve yeni yılın, daha az ‘Aziz Nesinlik olaylar’la yaşanması, barışın, kardeşliğin, sevginin, hoşgörünün kazandığı, daha çok mutluluklar yaşayacağımız bir yıl olması dileklerimizle, tüm ÖNDER ve ‘bir satır’ okurlarını sevgilerle, saygılarla selamlıyoruz …
Mehmet Nusret Nesin ya da bilinen adıyla Aziz Nesin …
20 Aralık 1915'de, İstanbul Heybeliada'da doğan Nesin, 1925'de İstanbul Süleymaniye'de "Kanuni Sultan Süleyman İptidai Mektebi'nin 3. sınıfına girdi. Okulun adı daha sonra İstanbul 7. İlkokul olarak değiştirildi. 1935'de Kuleli Askeri Lisesi'ni bitirip Harp Okulu'na geçti. 1937'de Ankara'da Harp Okulunu bitirip asteğmen oldu. Nesin, 1945'de askerlikten ayrıldıktan sonra Karagöz gazetesinde ve Yedigün dergisinde redaktörlük ve yazarlık yaptı. Profesyonel olarak yazarlığa başladı. Ayı yıl Tan gazetesinde köşe yazarlığına başladı. 4 Aralık'ta, tek parti iktidarı üniversite gençlerine Tan gazetesini yaktırdı. Aynı yıl, ilk bağımsız yapıtı olan "Parti Kurmak Parti Vurmak" adlı 16 sayfalık broşürü yayımlandı. 1946 yılında, Sabahattin Ali ile birlikte Marko Paşa ve süreği olan gülmece gazetelerini çıkaran Nesin, 1947'de Bursa'ya sürgün edilerek gözaltında tutuldu. 1948'de ikinci kitabı olan "Azizname" adlı taşlama kitabını çıkardı. Bu kitap için İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi'nde dava açıldı. 4 ay tutuklu olarak süren dava sonunda aklandı. 1949'da İngiltere Prensesi Elizabeth, İran Şahı Rıza Pehlevi ve Mısır Kralı Faruk Ankara'daki elçilikleri aracılığıyla Türkiye Dışişleri Bakanlığı'na resmen başvurarak, bir yazısında kendilerini aşağıladığı savıyla aleyhine dava açtılar. 6 ay hapse mahkum edildi ve ceza infaz edildi.
1952'de, İstanbul'da yeni kurulmaya başlanan Levent'te bir dükkan kiralayarak Oluş Kitabevi'ni açan Nesin, sabahları Levent'teki evlere gazete dağıtıyordu. Ancak, iki küçük çocuğuyla birlikte Levent'teki kitabevinden geçimini sağlayamayınca, 1953'te Beyoğlu'nda Bursa Sokağı'ndaki yeni yapılmış hanın bir odasında "Paradi Fotoğraf Stüdyosu'nu bir ortağı ile birlikte kurdu. 1955'de 6-7 Eylül faciası olarak tarihimize gelen İstanbul'daki azınlıkların ev ve dükkanlarının korkunç yıkımına suçlu aranmaya başlanmıştı. Aziz Nesin de suçlu olarak Sıkıyönetimce tutuklandı.
1955'te Halil Lütfü Dördüncü'nün "Yeni Gazetesi"nde köşe yazarlığına başlayan Nesin, 1956'da İtalya'da yapılan uluslararası gülmece yarışmasında birincilik ödülü olan Altın Palmiye'yi "Kazan Töreni" adlı öyküsüyle kazandı. Nesin, 1957 yılında da aynı yarışmada, aynı ödülü "Fil Hamdi" adlı öyküsüyle ikinci kez kazandı. Kazandığı ilk Altın Palmiye'yi, 1960 yılında devlet hazinesine bağışladı. Nesin, 1961'de Tanin Gazetesi'nde köşe yazarlığına başladı, aynı yıl Zübük adlı haftalık bir gülmece gazetesi çıkarmaya başladı. 1962'de sahibi bulunduğu Düşün Yayınevi, anlaşılamayan bir nedenle bir gece yandı.
1965 yılında, elli yaşındayken ilk kez pasaport alabildi ve yurtdışına çıktı. Berlin ve Weimar'daki Antifaşist Yazarlar Toplantısı'na davetli olarak katıldı. Altı ay süren bu ilk yurtdışı gezisinde, Polonya, Sovyetler Birliği, Romanya ve Bulgaristan'a gitti. Nesin, 1966'da Bulgaristan'da yapılan uluslararası gülmece yarışmasında birincilik ödülü olan Altın Kirpi'yi "Vatani Vazife" adlı öyküsüyle kazandı. 1968'de Milliyet Gazetesi'nin açtığı Karagöz oyunu yarışmasında "Üç Karagöz" oyunuyla birincilik ödülü aldı. 1969'da Moskova'da yapılan Uluslararası Gülmece Yarışmasında "İnsanlar Uyanıyor" adlı öyküsüyle Krokodil birincilik ödülü, 1970'de de Türk Dil Kurumu'nun oyun ödülünü "Çiçu" adlı oyunuyla kazandı.
1972'de kimsesiz çocukları yetiştirmek için Nesin Vakfı'nı kurdu. 1974'de Asya-Afrika Yazarlar Birliği'nin Lotus ödülünü kazanan Nesin, 1975 Lotus ödülünü almak için Filipinler'in başkenti Manila'da yapılan törene katıldı. Nesin, 1976'da Bulgaristan'da Gabrovo kentinde düzenlenen gülmece kitabı uluslararası yarışmasında birinciliği elde ederek Hitar Petar ödülünü kazandı. 1977'de Türkiye Yazarlar Sendikası Başkanı seçilen Nesin, 1978'de "Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz" adlı romanıyla Madaralı Roman Ödülünü kazandı. 1982 yılında, Vietnam'daki Asya-Afrika Yazarlar Birliği toplantısından dönüşte Moskova'da kalp hastalığından hastaneye kaldırılan Nesin, "Kalp Hastalıkları Araştırma Merkezi"nde bir ay kalarak tedavi gördü. 1983'de Amerika Birleşik Devletleri'nde Indiana Üniversitesi'nin düzenlediği uluslararası toplantıya çağrılan Nesin, pasaportu geri alındığı için bu toplantıya katılamadı.
20 Aralık 1984'de Şan Sinema Salonu'nda 70. doğum günü töreni yapıldı. 1984'de Aydınlar Dilekçesi girişiminde bulundu. 1985'de Ekin A.Ş'nin kurulması girişiminde bulundu. Aynı yıl, İngiltere'de PEN Kulüp Onur Üyeliğine seçildi ve TÜYAP'ın düzenlediği "Halkın Seçtiği Yılın Yazarı" ödülünü kazandı. Nesin, 1989'da "Demokrasi Kurultayı"nın toplanmasında etkin görev aldı ve oluşturulan "Demokrasi İzleme Komitesi"nin iki başkanından biri oldu. Aynı yıl, Sovyet Çocuk Fonu'nun ilk kez verilen "Tolstoy Altın Madalyası"na değer görüldü. 19 Mart 1990'da Ankara Sanat Kurumu'nda 75. yaşını kutlayan Nesin, 2 Temmuz 1993'de Pir Sultan Abdal etkinliklerine katılmak üzere Sivas'a gitti. 37 aydının yaşamını yitirdiği Madımak Oteli katliamından kurtuldu. 5 Temmuz 1995'de İzmir Çeşme'deki imza günü sonrasında saat 01.05'de yaşamını yitirdi.
İnsanlar Uyanıyor
İki bölüm olan bu kitabın birinci bölümünde hikayeler vardır, ikinci bölümü “Ünlüler Geçidi” başlığını taşımaktadır. Ünlüler Geçidi’nde değişik bir mizah türü denenmiştir.
Krokodil Büyük Ödülü
Moskova’da Rusça yayınlanan 3 milyon trajlı haftalık mizah dergisi KROKODİL “Timsah” 1969 yılında, Uluslararası Mizah Hikayesi Yarışması açmıştı. Aziz Nesin bu yarışmaya “İnsanlar Uyanıyor” başlıklı ve bu kitaba adını veren hikayesiyle katılmıştı. Pekçok ulustan birçok yazarın katıldığı bu yarışmaya binden çok hikaye gönderilmişti. Aziz Nesin, “İnsanlar Uyanıyor”la KROKODİL Yarışmasında birinci olarak Büyük Ödülü kazandı.
Bu vesileyle kendisine verilen ‘Büyük Ödül Diploması’nda yazılanları ilgi ve beğeniyle okuyacağınızı umarak aktarıyorum:.
Büyük Ödül Diploması
«Humoris Causa» unvanına sahip olduğunu onaylamak üzere bu madalya ile diploma, şahane ve mükemmel yazar Aziz Nesin'e sunulmuştur.
Bu diploma, sahibinin acı gülüş, acı alay, alaycılık, katılarak güldürme ve içli gülüş ve başka tip mizahların sırlarını bildiğini onaylar.
Aziz Nesin, tabiatın verdiği istidadının gücüyle, bu yarışmada binlerce rakibini yenmiş, bir zafer kazanarak büyük ödülü haketmiştir.
İşbu Büyük Ödül Diplomasi, sahibinden, bitmez tükenmez nükteli söz, fıkra, alay, şaka, mizah, yergi istemek hakkını, ilgili bütün yurttaş ve örgütlere vermektedir.”
Ve işte o öykü:
İnsanlar Uyanıyor…
Son hapisliği çok zor gelmişti. Hele cezaevinden çıktıktan sonra, bir taşra ilçesindeki o sürgünlüğü canına tak demişti. Sürgün süresi dolup da başkente dönünce, kendisini kentin kalabalığı içinde büsbütün yalnız buldu. Karısı, daha cezaevindeyken ondan boşanmıştı.
Bu durumda insan ister istemez karamsarlığa düşer, hele parası, bir geçim yolu da yoksa... Politikadan elini eteğini çekip geçinebileceği bir iş mi aramalıydı?
İlkin başını sokacak bir dam altı bulması gerekiyordu. Kentin orta yerlerindeki evlerin kirası çok yüksekti. Yalnız ortadakiler değil, dolaydakiler de öyle... Kirasını ödeyemediği için, icra memurlarının evine gelip, külüstür yazı makinesini, bir iki parça eski püskü eşyasını haczetmelerinden artık bıkıp usanmıştı. Hele konu komşunun, ilk gördükleri bir yabancı yaratığa bakar gibi, süzerek kendisine bakmalarından, korkulu, meraklı gözlerden, düşman bakışlardan bıkmıştı. Onun için, uzaklarda, dış mahallelerden de ötelerde, tenha bir yerlerde, ucuz, küçük bir kiralık ev arıyordu.
Araya taraya buldu böyle bir yer; bir buçuk odalı küçücük bir gecekondu. Aşağı yukarı, yaya gidişle kente iki saat uzaklıkta, bir tepe üzerine kurulmuş beş on gecekonduluk bir küçümencik mahalleydi burası. Üstelik, gecekonduların birbirlerinden uzak oluşu, onun için çok iyiydi. İki eski bavul dolusu kitaplarından, bir iki parça eski öteberisinden başka bişeyi yoktu. Gecekondusunun pencerelerini bile, perde yerine eski gazete kâğıtlarıyla örttü. Mutluydu. Şimdi artık, geçinebilmek için bir küçük iş arayıp bulmalıydı.
Evinin az ötesinde, ama tam karşısında, baraka içinde bir bakkal dükkânı vardı. Bakkalın az solunda, derme çatma bir sundurmada da manav vardı. Alışverişini bu ikisinden yapıyordu. Gide gele, bakkalla manavın ahbabı olmuştu. İkisi de durumlarından, az kazançlarından yakınıyordu. Alışverişleri pek azdı. Günde beş altı müşteri ancak geliyordu dükkânlarına. Onlar da çok para bırakan yağlı müşteriler değildi. Büyük sermayeleri olmadığı için de daha işlek bir yerde dükkân açamıyorlardı.
Gecekonduya taşınmasından bikaç gün sonra, bakkalın önüne bir simitçi gelmeye başlamıştı; her öğle sonraları gelir, hava kararıncaya kadar orda kalırdı. Daha sonra, simitçinin yanına bir mısırcı gelmeye başladı.
Manavın köşesinde bir adam, camekân içinde tatlı, kurabiye filân satmaya başladı. Derken, bir kundura boyacısı, daha sonra bir gezgin şerbetçi, bir helvacı da oraya yerleşti. Hattâ, eski bir şemsiye altında bir kundura tamircisi bile ortaya çıktı.
Kısa zamanda gecekondunun karşısı bir küçük pazar yeri olmuştu. Bir çöpçü, sabahtan akşama kadar oraları süpürür dururdu. Bir sürü gezginci esnaf dolmuştu. Bakkalla manavın arasında bir kır kahvesi bile kuruldu. Gidiş-geliş, gelip-geçen arttı.
Ne zamandan beri boş duran komşu gecekonduların odaları da kiralandı.
Bu cümbüşlü, neşeli havadan mutluluk duyuyordu. Ne var ki, halâ işsizdi. O kadar iş aradığı halde bulamıyordu. İş verecek gibi olup, hemen onun arkasından gelen polisten kimliğini öğrenenler iş vermekten vazgeçiyorlardı.
Arkadaşları da onun gibi parasız, işsiz olduklarından borç bulması da olanaksızdı. Hiç olmazsa, oturduğu gecekondunun kirasından kurtulmak için, bir arkadaşının kentte bir apartmandaki tek odasını onunla bölüşecekti. Arkadaşının bu önerisini kabul etti ama, burdan çıkması kolay değildi. Bakkala, manava, daha bir iki satıcıya çok küçük de olsa borçları vardı. Borçlarını ödemesi gerekirdi.
Bir gece evinde, neyini satıp da borçlarını ödeyeceğini, nasıl taşınacağını düşünürken kapı çalındı. Gelen üç kişiydi; bakkal, manav, bir de kır kahvesinin sahibi... Yoksul odasına utanarak bu üç konuğu aldı.
- Kusura bakmayın, size ikram edecek ne kahvem, ne başka şeyim var... dedi.
Bakkal, gülümseyerek: Zarar yok, biz bişeyler getirdik, işte kahve, işte şeker... diye, elindeki kese kâğıtlarını masanın üstüne koydu.
Pek şaştı. Niçin bunları getirmişlerdi? İlkin, alacaklarını istemeye geldiklerini sanmıştı, ama bu hediyeler ne oluyordu?
Manav: Duyduğumuz doğruysa, burdan taşınıyormuşsunuz .. dedi.
- Evet, taşınacağım...
Şimdi anlamıştı, neden geldiklerini. Onlara olan borcunu ödemeden taşınacağını sanıp telâşlanmış olmalıydılar.
- Evet ama, siz nerden duydunuz taşınacağımı?
Kahveci, anlamlı anlamlı: Biz duyarız, hem de yerinden duyarız ... dedi.
- Merak etmeyin, sizlere olan borcumu ödemeden taşınacak değilim...
Kahveci: Şimdi ayıp ettin işte ağabey, senden alacak isteyen mi var? dedi.
Bakkal: Sözünü etmeye bile değmez beyim, dedi, zaten kaç para ki ...
Manav: Benden yana helâl olsun, katiyyen istemem ve de versen almam ... dedi..
- Ama niçin?
- Biz senin değerini bilenlerdeniz beyim ... Senin bize çok iyiliğin var ...
Boğazına bir düğüm oturdu, zorlukla,
- Estağfurullah... diyebildi.
Demek onu tanıyorlar, bu halk için çalıştığını biliyorlardı. Ne diye umutsuzluğa kapılmıştı, ne diye karamsarlaşmıştı da politikadan çekilmeye kalkışmıştı. Hiç bu insanlar bırakılır mıydı?
Kahveci: Vazgeçin burdan taşınmaktan, çok rica ederiz, dedi.
Manav ekledi: Evet, bunu ricaya geldik...
- Taşınmak zorundayım, çünkü kira veremiyorum...
Manav: Biliyoruz, dedi, her bişeyi biliyoruz. Biz, bura esnafı düşündük taşındık, sonunda sizin kiranızı aramızda toplayıp her ay ödemeye karar verdik. Yeter ki siz burdan çıkmayın ...
Bakkal: Bizden ayrılmayın yeter, kirayı hiç düşünmeyin ... dedi.
Gözleri buğulanmıştı sevinçten, nerdeyse ağlayacaktı. Halk uğruna bunca yıllık mücadelesinin sonunda, kendisine ilk olarak değer veriliyordu.
- Olmaz, dedi, kabul edemem ... Sonra, yalnız kira değil, işsizim. Burda geçinmek zor, bir arkadaşımın yanına sığınacağım.
Kahveci: Biz bura esnafı kaç gündür hep bu işi konuşuyoruz, dedi, biz herşeyi düşündük, sizin geçiminizi de ... Sizin aylık geçiminiz her ne kadarsa biz aramızda denkleştirip vereceğiz ... Ne olur, çıkmayın buradan ... Bizi yüzüstü bırakmayın ...
Üçü birden yalvarıyordu.
Nerdeyse kendini tutamayıp ağlayacaktı. Kim ne derse desin, memlekette büyük bir gelişme, insanlarda büyük bir uyanma vardı. Demek bunca yıl boşuna çalışmamışlardı. Eskiden olsa, bu adamlar ona selâm bile vermezlerdi.
- Çok teşekkür ederim, dedi, sağolun, beni çok duygulandırdınız. Ama kabul edemem yardımınızı ...
Yeniden yalvarmaya başladılar.
Bakkal: Bu yer size lâyık değil, dedi, oturulacak ev değil ... Burasını beğenmiyorsanız, hemen şuracıkta, iki katlı bir ev var, üst katı kiralık. Banyosu da var hem de ... orasını size tutalım ...
Kahveci: Bizim istediğimiz, sizin bu mahalleden, bizden uzaklaşmamanız ... dedi.
Çok merak etmeye başlamıştı:
- Peki ama niçin burda kalmamı istiyorsunuz?
- Besbelli beyim... Bunca esnaf, sizin sayenizde geçiniyoruz.
- Estağfurullah... Ben sizden öyle büyük alışveriş yapmıyorum ki...
- Sizin alışverişiniz hiç... Asıl alışveriş başka .. Siz buraya uğur getirdiniz ... Siz gelmeden önce dükkânıma günde üç dört müşteri ancak uğrardı. Siz burasını canlandırdınız, neşelendirdiniz. Baksanıza yeni yeni dükkânlar açıldı ...
Bakkal: Hep sizin sayenizde... dedi.
Kahveci: Bize acıyın, dedi, siz, burdan taşınırsanız biz hepimiz hapı yuttuk. En başta ben, kahveyi kapatmak zorunda kalırım...
Manav: Siz bu mahalleden taşınırsanız, buraları yine eskisi gibi sönük kalır, bütün esnaf dağılır. Bizler de çoluk çocuk aç sefil kalırız ... dedi.
Bir yalvarma daha tutturdular. Çoluk çocukları vardı, onlara acımalıydı. Hepsi onun sayesinde ... geçinip, gidiyorlardı işte ... İsterse ona aylık bile bağlayacaklardı.
- Sağolun ama, benim öyle büyük hizmetlerim yok, dedi, hem elim ayağım tutarken çalışmalıyım... Ben ne yaptım ki size, burdan ayrılmamı istemiyorsunuz?
Manav: Daha ne yapacaksınız, dedi, sizin iyiliğinizi unutamayız. Siz bu gecekonduya taşınınca, sizi dikizleyip gözaltında tutmak için, çöpçü kılığında, boyacı kılığında polisler geldi. O polisleri kontrol için de daha başka polisler geldi. Buraları ana-baba günü oldu.
Bakkal: İlkin bizden sorup öğrenirlerdi sizin neler yaptığınızı ... dedi.
Manav: Bunlar hep bizden alışverişe başladılar .. Sonra eskici geldi, kundura tamircisi, şekerci, turşucu, simitçi filân geldi.
Kahveci: Ben de, dedi, bir kahve açıp sayende geçinmeye başladım beyim. Akşama kadar kahvemde oturuyor, tavla, iskambil oynuyorlar, en azından üçer dörder kahve içseler, tamam.
Onlara acı acı baktı,
- Bunların hepsi sivil polis mi? dedi.
- Polis olanı da var, olmayanı da ... Bir yerde on kişi birikti mi, yanına elli kişi toplaşır... Şimdi siz burdan taşınırsanız, burası yine eski haline dönecek ... Arkanızdan bütün polisler gider.
Bakkal: İşte, o zaman yandık! dedi.
Manav: Fakir fukaraya acıyın! dedi.
Kahveci: Hiç olmazsa, biz bir sermaye toplayana kadar burdan taşınmasanız ... dedi.
Düşündü. Başka yerde de aynı durum başına gelecekti.
- Peki, dedi, burdan taşınmayacağım ama, alın şu getirdiklerinizi...
Masa üstünde duran dört kesekâğıdını bakkala verdi.
Giderlerken, Manav: Öbür arkadaşlara müjdeyi verelim mi? dedi.
- Evet, taşınmayacağım... Sizden bişey istediğim de yok...
Kahveci: Allah razı olsun... dedi.
(Sayfa 7-14)
Elden gelen bu
Otuzdört yıllık gardiyandı da bitürlü başgardiyan olamamıştı. İstese belki olurdu, ama onun hiçbir tutkusu, hiçbişeyde gözü yoktu. Yarı yaşamını cezaevlerinde geçirmiş, hiç evlenmemişti. Gençliğinde, öbür gardiyanlar gibi sert miydi bilinmez ama yaşlılığında çok hoşgörülüydü. Güleç yüzlüydü, yüzü gülmediği zamanlar da gözlerinin içi güler; en kızgın zamanlarında bile gözlerindeki o ışıltıyı gizleyemezdi. Sert olmadığı gibi görevinde gevşek de değildi. Yoksuldu elbet ama çok zengin anıları vardı. Otuz dört yıllık gardiyanlığı sırasında, cezaevinde kalmış biçok büyük, ünlü, zengin kişilerle tanışmıştı, namlı kabadayılar, azgın caniler, casuslar, dolandırıcılar, hırsızlar; yani iyi ya da kötü biçok tanınmış kişiler…
Cezaevinde hükümlü aydın kişilerle konuşmaktan hoşlanırdı. En çok da bizim koğuşa gelir, oturur, çayını içerken anılarını anlatırdı.
Koğuşumuzda bir yabancı vardı. İkinci Dünya Savaşı’nda subayken, bilmediğimiz bir nedenle bizim sınırdan içeri girmiş, yakalanmış… Elbet bir suçu olacak ki, yargılanıp cezaevine atmışlar. Gelir gelmez onu zindana koymuşlardı. İki yılını zindanda kapalı geçirmiş, sonra onu bizim koğuşa vermişlerdi. Yarım yamalak Türkçe de öğrenmişti. Sessiz bir adamdı.
Yaşlı gardiyan bizim koğuşa gelip de şurdan buradan konuşurken sık sık eliyle o yabancıyı gösterip,
- Ben buna çok iyilik etmişimdir, çook… derdi
Aşağı yukarı hergün koğuşumuza gelir, her gelişinde de birkaç kez tekrarlardı:
- Ben buna çok iyilik etmişimdir…
O böyle söyledikçe, yabancı hükümlü de başını önüne eğip onaylardı.
Nasıl bir iyilik yapmış olduğunu merak etmeye başlamıştık ama uygun düşmeyeceği için soramıyorduk. Aylardan beri tekrarladığı bu iyilik neydi? Üstelik yaptığı iyiliği, neden herkesin içinde yüze vurduğunu anlayamıyorduk.
Bir akşam yine koğuşa gelmiş, her zamanki gibi kısa ayaklı hasır iskemleye oturmuş, çayını içerken anılarını anlatıyordu. Bir ara, karşısındaki ranzada oturan yabancıya dönüp, yine her zamanki sözünü tekrarladı:
- Ben buna çook iyilikler ettim, çok!
Yabancı da her zamanki gibi başını önüne eğip onayladı.
Bu kez nedense kızan gardiyan:
- Söylesene, dedi, ben sana iyilik etmedim mi?
Yabancı susunca, gözleri daha parlak ışıyarak:
- Yahu, dedi, sen aşağıda zindanda kapalıyken, seninle konuşmak yasaktı da, ben senin önünden her geçişimde, başımı delikten uzatıp sana “Nasılsın?” demez miydim? Ha? Söyle, demez miydim?
Yabancı:
- Sağol, derdin… dedi.
Yaşlı gardiyan iki elini yana açıp:
- Eeee yavrum, dedi, bizim elimizden gelen iyilik de anca bu kadar işte…
(Sayfa 103-105)