Kitabına uydurmak

Gülçin ERŞEN "İşi kitabına uydurmak" diye bir deyim vardır

Milas Önder Gazetesi
Gülçin ERŞEN "İşi kitabına uydurmak" diye bir deyim vardır. Ama, ben kitabı işine uydurma çabası içinde olanlardan sözedeceğim. Çünkü, gündeme yeniden oturan yeni anayasa çalışmalarını böyle değerlendiriyorum. AKP iktidarı döneminde yaşanan adalet kavramıyla çelişen açıklama ve uygulamalara; haksızlıklara; yargının bağımsızlığını ve tarafsızlığını yitirdiği, birçok kurum gibi "yandaş"laştırıldığı dönemde bile yargı kararlarına uyulmadığını görüyoruz. Yani, yasal düzenlemeler de hukuksal hükümler de iktidarı bildiğini yapmaktan alıkoyamıyor. Var olan zaten delik deşik haldeyken ve başta başbakan olmak üzere, hükümete bağlı kişi ve kurumlar yasa, kural olsun olmasın bildiklerini okurken, Anayasa yapma sevdası neden? Bazı çevreleri hoşnut edip, ağızlarına bir parmak bal çalmak için mi? Yoksa, ileride kendilerinin yargılanması olasılığına karşı "Ama, anayasada böyle diyor, biz anayasayı uyguladık" falan demek için mi? (Televizyonda az önce izlediğim; CHP Milletvekili Süheyl Batum'un Anayasa Uzlaşma Komisyonu çalışmalarına ilişkin iyimser görüş ve düşüncelerinin doğru çıkmasını dilerim. Demokratik ülkelerde anayasa yapma çalışmalarının hiçbir baskı ve kısıtlama altında tutulamayacağının altını çizen Batum, öncelikle Temel Hak ve Hürriyetler ile Yargı başlıklarını ele alacaklarını, tüm partilerin kırmızı çizgilerini, yeşile dönüştürme, uzlaşma yönünde çaba harcayacaklarını belirtti. İNŞALLAH!) Bence hükümet Anayasa'dan önce Türk Ceza Kanunu'nu (TCK) değiştirme çalışmalarını başlatmalıydı. Geçenlerde sosyal medyada üniversiteden bir arkadaşımın yaptığı; "Bu 'Palalı P...nk'e bir vatandaş müdahale edip, (çünkü polis etmedi) elindeki palayı alıp, bir yumruk indirse, bunu yaptığı için vatandaşı suçlayabilirler mi?" şeklindeki yorumuna şu yanıtı vermişim: "Bunu yapan vatandaşı 'meşru müdafaa'dan tutuklarlar.." Çünkü, vatanını, Atatürk'ü sevmekten, iktidarı eleştirmekten sonra, hakkını ve kendini korumak da suç oldu! Ama, suçsuz vatandaşlara polisin tazyikli ve ilaçlı su, kimyasal gaz, jop ve tabanca mermisiyle -yetmedi- AKP yandaşlarının sopa ve palalarla girişmesi, hatta cinayet işlemesi suç değil! Sayın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, kendisinden ve hükümetin uygulamalarından, gidişattan hoşnut olmayanlara ortaçağ hükümdarlarının yaptığı gibi; "Kırk katır mı, kırk satır mı?" diyerek gözdağı mı vermek istiyor? Kuran ve anayasa.. Nasıl yüzlerce yıldır hangi dinden olursa olsun yobazların din diye yutturmaya çalıştıklarının Tanrı hükümleri olmadığı anlaşılırken, günümüzde de islamiyet adına Tanrı buyrukları çiğnenirken, ülkemizde dinsel kimlik taşıyan siyasi bir parti ve hükümetinin yaptıklarının, başbakanın ve bazı bakanların açıklamalarının "Müslümanların Anayasası" diyebileceğimiz "Kuran hükümleri"ne ters düştüğünü gördüm, okudum, izledim, örnekleriyle yazdım, anlatmaya çalıştım. Önemli olan Kuran-ı Kerim'in okunup anlaşılabilmesidir. Mustafa Kemal Atatürk, Kuran'ın Türkçe çevirisini Elmalılı Hamdi Yazır'a yaptırarak, bu yönde büyük bir hizmet vermiş, sevaba girmiştir aslında. Zira Kuran ayetlerinde de Kuran'ın niçin Arapça indiği "anlaşılsın diye" açıklanıyor. Yani, son peygamber Arap değil de başka bir ulustan olsaydı, Kuran da ilk kez o dilde yazılıp okunacaktı? Bütün insanlığı kucaklayacak bir dinin, inanç sisteminin, öğretinin tek bir dilin, birkaç ulusun ve sınırlı coğrafyanın içine hapsedilmesi doğru mu? Şimdi, her dediğinin doğru olduğunu sanan ve savunan, ama bunun aksi davranışlar sergileyen, hatta kendi söylediklerinin tersini kısa bir süre sonra dile getirmekten çekinmeyen, hele hele kendini dünyanın ve müslüman coğrafyanın lideri sanan bir erk, korkarım, Kuran-ı Kerim'i de yeniden yazmaya, yazdırmaya niyetlenebilir. Bundan 6-7 yıl önce de bir "yandaş gazeteci" Türkçe Sözlük yazıp yayımlatmadı mı? Başta Türk Dil Kurumu, Dil Derneği, onca Türkçeci, dilbilimci, yani yetkin kişi ve kurumlar varken, bir kişinin sözlük yazmaya, yayımlatmaya kalkışması niye? Laikliğin farklı tanımlandığı o sözlükte, acaba "Çapulcu" sözcüğünün anlamı nasıl açıklanıyordu? Çapulcu sözcüğünün gerçek anlamı dışında kullanılmasının yolunu açan Sayın Recep Tayyip Erdoğan'ın "demokrasi" ve "çözüm" sözcüklerinin de gerçek anlamını bilmediği belli de, bu sözcükleri hangi anlamlarda kullandığı pek açık ve net değil. Geçtiğimiz haftalarda yandaş basının sözünü ettiği hükümetçe hazırlanan "Çözüm Kitabı" yayımlanırsa, belki bu da netleşir. Ancak, partiye adını veren "Adalet"in hukuksuzluk ve yargı bağımlılığı, "Kalkınma"nın ise yandaşlarını ve yakınlarını kalkındırmak olduğunu birçoğumuz yıllar öncesinden kavradık. Megalomanlık mı, narsizm mi? Geçen haftasonu, ellerinde mahkeme kararıyla Taksim Gezi Parkı'na girmek isteyen topluluğa, bilinen yöntemlerle şiddet uygulayan, devletin olmaktan çıkıp, hükümetin polisine dönüşmüş robocopların yanına eli sopalı ve bıçaklılardan başka palalı vahşilerin de eklendiğini gördük. Tabii bunları medyada hayretle, öfkeyle, kaygıyla izlerken, sonderece sağduyulu, akılcı ve ilginç yorumlara da rastlıyoruz. Örneğin, o gün canlı yayına telefon bağlantısıyla katılan Sonar Başkanı Hakan Bayrakçı; gurur krizine giren başkakanın kendisinden hoşlanmayan herkesi kötü ilan ettiğini söyleyerek, Başbakanın aslında direniş eylemlerinden, anarşiden falan değil, kendisinin sevilmemesinden, her sözünün haklı görülmemesinden, rahatsız olduğunun ve tepki gösterdiğinin altını çizdi. Bence doğru bir tespit. Çünkü Recep Tayyip Erdoğan'ın tavrına ve konuşmalarına yansıyan kişiliğindeki en belirgin özellik "kibir" (ki en büyük günahlardan biridir). Aşağılamaları, -sıradan vatandaşları, seçkinleri bir yana bırakın-, geçmişte ve şimdi, toplumda büyük saygı gören kişi, kurum ve değerlere yönelik bile olabiliyor. (Bu yorumdan yola çıkarak, sevgisi Türk toplumunun genlerine işlemiş Mustafa Kemal Atatürk'e Sayın Erdoğan'ın duyduğu büyük nefretin aslında kıskançlıktan kaynaklandığını söyleyebiliriz.) Diğer yandan, yüce başbakanımız ne denli yanlış, hukuksuz, kanunsuz, seviyesiz, kötü, çirkin olursa olsun, kendinden yana olan kişi ve topluluklardan, onların yaptıklarından, söylediklerinden övgüyle sözedebiliyor. Texe Marrs'ın İlluminati – Entrika Çemberi kitabından bir bölümü anımsıyorum: "... Aynı seri katiller gibi, en kurnaz ve en şeytani zorbaların da her zaman bir planı vardır. Soğukkanlılıkla, kurnazca ve düzenli olarak hedeflerini belirlerler. Planlarını acımasızca uygular, dostlarını mükafatlandırır ve muhalifleri cezalandırırlar. Planlarına uygun şekilde dramatik propaganda faaliyetleri sergiler ve yeni kanunlar çıkarırlar." Yazar, İlluminati'nin ABD'deki faaliyetlerinden söz ettiği bir bölümünde "... İnanın bana, bu plan Amerika'yı vatandaşları anayasal haklarından soyutlayacak 'faşist bir cennet' haline getirmeyi hedefliyor. Vaat edilen şey, 'efendilerinin emrinde yüksek teknolojili bir hapishane'." Bilmem size bir şeyler çağrıştırdı mı? Öte yandan, Kurtuluş Savaşı'ndan sonra ilk "topyekün" kahramanlık destanını yazan Türk Halkının cesaretini bazı siyasiler ve bürokratlar gösteremiyor. Halka reva görülenler karşısında İçişleri Bakanı nasıl halâ (Muammer) GÜLER ve İstanbul Valisi nasıl halâ (Avni) MUTLU şaşırıyorum doğrusu. Son zamanlarda sıkça kullanılan "Keser döner sap döner..." deyimine "Son gülen iyi güler" atasözünü ekliyorum. Konuyu yine dine ve Kuran'a bağlayayım (Ne de olsa mübarek ramazan ayındayız): İşte önce İncil'den (Petros'un 2. Mektubu 2:12-13) bir bölüm: "... Hiç anlamadıkları konularda sövgüyle konuşurlar; ve kendi yozlaşmaları onları yok edecek; gün ortasında yaşamın tadını çıkarıp, bunu eğlence diye nitelerken, yaptıkları haksızlığa karşılık haksızlık alacaklar. Sizlerle birlikte yiyip içerken, kendi aldanışlarında cümbüş eden bir lekedir bu insanlar." Şimdi de Kuran'dan ayetler (İbrahim Suresi, 42. - 50. ayetler): "Sakın, Allah'ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Allah onları ancak, gözlerin dehşetle bakakalacağı bir güne erteliyor. O gün başlarını dikerek (çağrıldıkları yere doğru) koşarlar. Gözleri kendilerine bile dönmez, kalpleri de bomboştur. (Ey Muhammed!) insanları kendilerine azabın geleceği gün ile uyar. Zira o gün zalimler 'Ey Rabbimiz! Yakın bir süreye kadar bizi ertele de senin çağrına uyalım ve peygamberlerin izinden gidelim' diyecekler. Onlara şöyle denilecek: 'Daha önce siz, sonunuzun gelmeyeceğine yemin etmemiş miydiniz?' Sakın Allah'ın peygamberlerine verdiği sözden cayacağını sanma! Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, intikam sahibidir. O gün, suçluları zincire vurulmuş olarak görürsün. Gömlekleri katrandandır. Yüzlerini de ateş bürüyecektir." Gelin canlar bir olalım! Taksim Gezi Parkı'ndaki eyleme katılan bir sanatçı, "Bizi dil, din, mezhep, parti olarak bölmediklerinde ne kadar çokmuşuz!" dedi. Evet, çünkü biz HALKIZ; çapulcu, partili, örgütçü, bölücü, satılmış, fanatik, şucu, bucu değiliz. Bunu anımsatan, halkı kışkırtarak isyan noktasına getirenlere, salt bu yüzden teşekkürü bir borç biliriz! Eyleme destek veren başka bir sanatçının televizyona demeç verirken son dizelerini okuduğu Nazım Hikmet'in şiirinin ardından, ona ve bizlere esin kaynağı olduğunu tahmin ettiğim Pir Sultan Abdal'ın deyişiyle uzunca yazımı sonlandırıyorum.. Dörtnala gelip Uzak Asya'dan Akdenize bir kısrak başı gibi uzanan Bu memleket bizim! Bilekler kan içinde, dişler kenetli ayaklar çıplak Ve ipek bir halıya benzeyen toprak, Bu cehennem, bu cennet bizim! Kapansın el kapıları bir daha açılmasın. yok edin insanın insana kulluğunu. Bu davet bizim! Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür Ve bir orman gibi kardeşçesine Bu hasret bizim! --- Gelin canlar bir olalım Zalime kılıç çalalım Yoksulun hakkın alalım Kula kulluk bitsin artık Bu keşmekeş bitsin artık   Özü öze bağlayalım Sular gibi çağlayalım Bir yürüyüş eyleyelim Kula kulluk bitisin artık Bu keşmekeş bitsin artık   Açalım kızıl sancağı Geçsin zalimlerin çağı Elimizde dost bıçağı Kula kulluk bitsin artık Bu keşmekeş bitsin artık _ Pir Sultanım geldi cuşa Zalimlerin aklı şaşa Haklı olan gelsin başa Kula kulluk bitsin artık Bu keşmekeş bitsin artık.   (11 Temmuz 2013 / Güllük)