Ulucanlar Cezaevi Müzesi / Ankara
Milas Önder Gazetesi
Hüseyin Avni KUNDURACIOĞLU
Ulucanlar Cezaevi, 1925 yılında şehir planlamacısı Alman Carl Christoph Lörcher'in önerisi ile Ankara'nın Ulucanlar semtinde inşa edilmiş. Bu bölgenin cezaevi olarak önerilme gerekçesini '... özellikle etrafında sürülecek arazi ve tarlaların olması, mahpusları faydalı bir çalışmaya sevk etmek, çalışma ile ıslah olmalarını sağlamak ve topluma tekrar kazandırmak için mahallenin meskun ilişkin uygun görülmüştür' şeklinde açıklamış Lörcher. 1925 yılında, yani Cumhuriyetin ilk yıllarında inşa edildiğinde Cebeci Tevfikhanesi olan ismi, sırasıyla Cebeci Umumi Hapishanesi, Ankara Hapishanesi, Ankara Cebeci Sivil Cezaevi, Ankara Merkez Kapalı Cezaevi ve sonunda Ulucanlar Cezaevi olarak değişmiş.
Ulucanlar Cezaevi 1 Temmuz 2006 yılında kapatıldığında, arkasında 81 yıl bırakmış.
Açık kaldığı 81 yıl içerisinde acılara, hüzünlere tanık olan cezaevinin geçmişi oldukça 'karanlık'. Yakın siyasi tarihimizin içinde çok önemli bir yeri olan Ulucanlar Cezaevi, tanınmış mahkumlar ile tarihe ismini yazdırmış. Kimler girmemiş ki bu soğuk taş duvarların ardına; Nazım Hikmet, Halikarnas Balıkçısı, Ahmed Arif, Fakir Baykurt, Bülent Ecevit, Necip Fazıl Kısakürek, Hasan Hüseyin Korkmazgil, İpek-Oral Çalışlar, Yılmaz Güney, Cüneyt Arcayürek, Metin Toker, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan, Talat Aydemir, bu isimlerden bazıları sadece..
Yine ardında bıraktığı 81 yıl içinde, 18 infazın gerçekleştiği cezaevidir Ulucanlar. Talat Aydemir, Fethi Gürcan, Erdal Eren, Necdet Adalı, Mustafa Pehlivanoğlu, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan gibi isimler bu cezaevinin avlusunda asılarak idam edilmişler.
Devrimci Yol'un önde gelen isimlerinden Taner Akçam'ın 1977’de duvarına ' o duvar, o duvarınız, vız gelir bize vız' yazarak kaçtığı cezaevi olan Ulucanlar Cezaevi, 29 Eylül 1999 tarihinde 'Hayata Dönüş Operasyonu' adı altında 10 kişinin öldürülüp yüzden fazla kişinin yaralanmasına da tanık olmuştur.
Yakın siyasi tarihimize biraz ilgi duyan herkesin bir şekilde bildiği Ulucanlar, Yılmaz Güney'in 'Duvar' filmine ilham kaynağı olduğu gibi, 1989 yılı yapımı olan Uçurtmayı Vurmasınlar filmine de mekan olmuş.
2006 yılında kapatılmasından sonra, Altındağ Belediyesi tarafından restore edilen ve 2011 yılında 'Ulucanlar Cezaevi Müzesi' adı altında ziyarete açılan bu mekana gidiyoruz bugün.
Ankara'nın en eski yerleşimlerinden olan Samanpazarı'nın altındaki cadde bizi Ulucanlar'a götürecek. Üzerinde Ulucanlar Cezaevi yazan takın içinden bahçeye giriyoruz. Askeri bir araç ve balmumundan yapılmış nöbetçi askerin yanından geçerek müzenin girişine ulaşıyoruz.
Elbette bu geçiş o kadar kolay olmuyor. Zira bu müze, çağrışımlar yaratan bir mekan. Örneğin bu bahçede kimlerin hangi hava koşullarında ve ne halde beklediğini düşünmeden edemiyorsunuz. Ya da kimlerin hangi koşullarda getirildiğini de.
Bilet gişesinin hemen yanındaki giriş kapısı bizi cezaevinin içine götürecek. Giriş kapısı, rutubet kokan dar ve üstü kapalı bir koridorun içine sokuyor bizi. Soğuk ve ürkütücü bir görüntünün egemen olduğu uzun koridorun bitimi, bizi üstü açık olan genişçe bir koridora ulaştıracak. Duvarındaki tabelada 'Adnan Menderes Caddesi' yazan bu koridordaki koğuşlar, mahkumlar tarafından 'Hilton' olarak anılırmış. Burada bulunan 9 ve 10 numaralı koğuşlar, karşılıklı iki odadan oluşuyor ve yine demir merdivenle çıkılan üst kısmı da aynı şekilde karşılıklı iki küçük odadan oluşuyor. Bu küçük odalarda 7-8 kişi kalıyormuş. Bu koğuşları Hilton yapan da bu özelliği zaten.. Diğer koğuşlarda 70-80 hatta 120 kişinin kaldığı düşünüldüğünde, bu benzetme yerini bulur. Bülent Ecevit, Nazım Hikmet ve Osman Bölükbaşı gibi kişilerin kaldığı Hilton'da, pencerelerin şehir manzaralı olması ve tamamen güneşi içeriye alıyor olması da burayı özellikli kılıyor. Cezaevi koşullarında bu özelliklerin ne kadar önemli olduğunu kavramak zor değil.
Müze 'buradan devam ediniz' işaretleriyle yönlendiriyor bizi. İşaretlerin Hilton'dan sonra yönlendirdiği bölüm 'Tecrit' olarak kullanılan odalar…
Ulucanlar Cezaevi Müzesi, her yönüyle etkileyici, ürpertici ve soğuk… Ancak içinde mahkumların işkence gördüğünü bildiğimiz ‘tecrit’ denilen bu bölüm, içimizdeki ürpertiyi ikiye katlıyor. Dar ve karanlık bir koridordan ilerlediğinizde, üzerinde gözetleme kapağı bulunan çelik kapılı odalar görülüyor. Görülüyor dediğime bakmayın, her yer karanlık. Cep telefonumun ışığı ile yol bulabiliyorum. Tuvalet yok, rutubet kol geziyor, havasız ve fonda yaşananları daha iyi anlayabilmenizi sağlayan sesler duyuyorsunuz. Bu seslendirmeden gelen 'Gardiyan' sözcüğü, acı kokan çığlık içinde karanlık koridoru nasıl geçtiğinizi bilemiyorsunuz. Odalardan birinde balmumu heykeliyle canlandırılmış bir mahkum var. Yine balmumundan yapılmış fare buraya yakışırdı doğrusu. Tecrit odalarını daha nasıl anlatabilirim ki?
Ulucanlar Cezaevi, müzeye dönüştürülürken eski hali korunmaya çalışılmış. Döneminin soğukluğu ve ürkütücülüğü de. Ancak bu cezaevinde yatan dostlarım aynı düşüncede değil. Bazı değişikliklerin yapılmış olduğunu ve hatta küçük rötuşlarla o soğuk ve acımasız havanın en aza indirilmeye çalışıldığını söylüyorlar. Mutlaka haklıdırlar.
Ancak şu anki konumu bile, Ulucanlar'ın karanlık günlerini anımsatabiliyor.
Bu düşüncelerle avluda buluyoruz kendimizi. Daha doğrusu havalandırma avlusunda. Aslında bu avlular için müzenin açık hava sergi alanı deyimi kullanılabilir. Zira bu cezaevinde yatmış kişilerin fotoğraflarını görebiliyorsunuz duvarlarda. Film şeridi şeklinde hazırlanmış bu panolar ile bulunduğunuz avluda volta atmanız işten bile değil.
Havalandırma avlusunda bulunuyor olmamız, koğuşlara yakın olduğumuzun işareti. İşte 4 ve 5 numaralı koğuşlar karşımızda. Koğuş koridorlarının duvarlarını da, dönemin gazeteleri ve bu cezaevinden yazılmış mektuplar süslüyor. 1960'lı 1970' li yılların gazeteleri…
5 numaralı koğuşta ranzalar ve bu cezaevinde yatmış ünlü kişilerin ranzalara asılmış fotoğrafları görülüyor.
Ulucanlar Cezaevi Müzesi'ndeki en önemli ayrıntıyı balmumu heykeller oluşturuyor. Yurtdışında yaptırılmış olan 22 adet balmumu heykel ile gardiyan, asker ve mahkumlar canlandırılmış. Sakal, eldeki kıl gibi en küçük ayrıntının bile dikkat edildiği bu balmumu heykel çalışmasında, yüzlerdeki acı dolu ifade de işlenmiş. Elbette bir heykel ne kadar yansıtabilirse o kadar.
Bu balmumu heykellerin çokça karşımıza çıkacağı 4 numaralı koğuş, tipik bir Türk filmi karesini çağrıştırıyor. Ranzalar, soba, yorganlar, duvara asılmış kilim, mahkumların duvara çizdiği resimler, tahta kaşıklar ve saz çalan mahkum, yatağına uzanıp mektup okuyan mahkum, çayını yudumlayan mahkum balmumu heykelleri ile dediğim film karelerini çağrıştırmaması imkansız.
6. koğuş ise müzenin en kapsamlı ve en ilgi çeken mekanı. Zira burada Ulucanlar Cezaevinde farklı dönemlerde kalmış farklı siyasi görüşlü kişilerin özel eşyaları sergileniyor. Cam vitrinlerin içinde sergilen bu özel eşyaların yanına kime ait olduğu, kimin verdiği, ne amaçla kullanıldığı gibi açıklamaları yer alıyor.
Ahmed Arif'in yeleği, kasketi, dolmakalemi, mendili; Bülent Ecevit'in kasketi, kravatı; Fethi Gürcan'ın şapkası, çantası; Talat Aydemir'in saati, çakmağı, fincanı, Mustafa Pehlivanoğlu'nun idam günü giydiği ayakkabısı, takım elbisesi ve cezaevinden babasına gönderdiği mektup; Fakir Baykurt'un cezaevinde kullandığı sazı, saati, daktilosu ve Cervantes'in 'Donkişot' kitabı; Yılmaz Güney'in cezaevinde kullandığı kravatı, mendili; Kazım Gülek'in ceketi, papyonu, süveteri; Deniz Gezmiş'in Ulucanlar'da dinlediği radyo, Mamak'ta giydiği hırkası; Hüseyin İnan'ın infaz edilirken üstünde olan atleti, not defteri, son sigarası, kibriti ve cebinden çıkan bozuk para; Metin Toker'in tabağı, 3 tenis topu; İskilipli Atıf hocanın idamdan önce okumuş olduğu Kuran, tesbihi ve kahve değirmeni gibi onlarca obje ile karşılaşıyorsunuz 6. koğuşta.
Her biri ayrı ayrı duygulandırıyor olsa da, Albay Talat Aydemir'in idama gitmeden önce tıraş olduğu ve içinde halâ sakallarının bulunduğu makine; idamlara tek gazeteci olarak tanık olan Burhan Dodanlı tarafından müzeye verilmiş olan Yusuf'un, Hüseyin'in ve Deniz'in boyunlarına asılan yaftalar ile Necdet Adalı'nın saati önünden uzun süre ayrılamadık.
Özellikle Necdet Adalı'nın saatinden çok fazla etkilendiğimi itiraf etmeliyim. Kimbilir hangi buluşmalar için binlerce kez baktığı ve idamın infaz edileceğini anlayınca içgüdüsel olarak baktığını düşündüğüm saati...
6. koğuştan çıktığınızda, işaretler sizi önce disiplin hücresine yani zindanlara, sonra da 'hamam'a götürüyor. Hamam da geçmişe uygun düzenlenmiş. Hamam salt mahkumların banyo ettiği bir mekan değildir Ulucanlar'da. Beraberinde 'umut'un da yaşandığı mekanlardır. Çünkü 'kaçma' düşüncesi hep hamam üzerinden gerçekleştirilmeye çalışılmış cezaevinde.
Günümüzde 'hediyelik eşya' dükkanı olan çamaşırhaneyi geçip kütüphaneye ulaşıyoruz. Müzenin kütüphanesi, Türkiye’nin demokrasi mücadelesinin unutulmaz isimlerinin yazdığı ilk baskı kitaplar, dergiler, mahkumiyet ve mahkeme kayıtlarının bulunduğu önemli bir arşiv alanı. Kütüphanenin hemen yanındaki 'mutfak'ta çay içip dinlenebiliyorsunuz.
Mekanın önündeki küçük avluda çaylarımızı içerken, fotoğraf makinamın bataryasını şarj edebilmek için mutfaktaki görevliden yardım istedim. Mutfak olarak kullanılan odanın penceresinin altındaki prizi kullanabileceğimi söyledi. Bataryayı prize takarken pencereden dışarıya baktığımda kavak ağacının bulunduğu çok küçük meydanı gördüm. Biraz sonra bu 'ulu kavak'ın yanına gidecektik. Zira idamlar bu kavak ağacının önünde gerçekleşmiş.
İdam alanının hemen yanındaki kapalı görüş alanına uğradık ilkin. Mahkum ve ziyaretçilerin, camdan görüşebildiği küçük özel bölmeler, olduğu gibi korunmuş.
Ve kavak ağacının önü…
1925 yılında inşa edilen Ulucanlar Cezaevi'nde ilki 1926 yılında olmak üzere 18 idam gerçekleşmiş. Babaeski müftüsü Ali Rıza Hoca'dan Maliye Nazırı Cavit beye, Milletvekili Hilmi beyden Albay Talat Aydemir'e, Fethi Gürcan'dan Denizlere, Erdal Eren'den Necdet Adalı’ya kadar tam 18 kişi.
Restorasyon sırasında çatıda bulunan 'dar ağacı', idamlar sırasında önüne kurulduğu kavak ağacının arkasında sergileniyor bu kez. İdam cezasının Türkiye'de kaldırıldığına dikkat çekmek için demir parmaklı hücrenin içine konulmuş.
Kavak ağacının önünde biraz duruyoruz. Bu küçük alandan biraz önce bataryamı şarj ettiğim odanın penceresine doğru bakıyorum. Gözlerim, 1970'li yıllarda müdür odası olarak kullanılan ve Müdürün, Deniz Gezmiş'i idamdan önce getirtip penceresinden idam edileceği alanı görmesini sağladığı o odanın penceresinden çıkış kapısına doğru yöneliyor.
Tüm cezaevlerinin 'müze' olduğu bir dünya özlemiyle, ardımızda bırakıyoruz Ulucanlar Müzesini…