Hamdi TOPÇUOĞLU
İlk anda anlamları aynıymış gibi gelen; ama hiç de öyle olmayan kimi sözcükler var. Bu, o dilin inceliğinin ve zenginliğinin bir göstergesi. Dilimizdeki "kırmızı", "kızıl" ve "al" sözcükleri de bunlardan.
Atatürk’ün de çok sevdiği Rumeli Türküsü "Kırmızı Gül"ü bilmeyenimiz yoktur. Halk, bir yerde "Kırmızı gülü budarlar aman aman" derken, bir başka yerde de "Kırmızı gülün alı var" deyiverir.
Gül kırmızı; ancak gonca kızıl.
Dilimde Amir Ateş’in ölümsüz bestesi:
"Bir kızıl goncaya benzer dudağın
Açılan tek gülüsün sen bu bağın"
Sonra, Ahmet Haşim’le Halkapınar’a gidiyorum. İzmir’in o muhteşem günbatımını seyrederken "Merdiven" şiirinin;
"Sular sarardı yüzün perde perde solmakta
Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta" dizelerine takılıyorum.
Dudak kırmızı; ama yanaklar al, saçlarsa kızıl…
Bir Bodrum türküsü de kızılı, kırmızıyı unutup:
"Al işlikte mor düğme
Cavır gızı yine düştün gönlüme" diye giriveriyor renk dünyama.
Kızılay, Kızılhaç; Kızılderili; Kızılordu, Kızılbayrak…
Ama bizim bayrağımızın rengi al. Bizim bağımsızlık marşımız;
"Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak" diye başlıyor.
O güzel Elazığ türküsü Henno’nun;
"Al elma dört olaydı
Yiyene dert olaydı
Al elmayı veren yar
Sözüne mert olaydı" dizelerindeki "al elma", Ziya Gökalp’in,
"Kızılelma yok mu?
Şüphesiz vardır;
Fakat onun semti başka diyardır…
Zemini mefkûre, seması hayâl."
Bir gün gerçek, fakat şimdilik masal..." dizelerinde neden "kırmızı ya da al" değil de "Kızıl" dır, düşünmeden geçemiyorum.
Gabriel Garcia Marquez’in o güzel romanı "Cronica de Una Muerte Anunciada" yı dilimize kazandıran İnci Kut, romanı dilimize neden "Kırmızı Pazartesi" olarak çevirmiş ki?
Herkesin işleneceğini bildiği bir cinayeti maktule söylememesi, yatak odalarının gözetlendiği, en mahrem devlet sırlarının leblebi çerez gibi ortalara saçıldığı bir dünyada ne kadar ilginç değil mi?
Bana bu cinayet, ağlak başbakan yardımcısına suikast yapılacağı iddiasıyla kozmik odanın talan edilmesi arasında acı bir bağ kurdurtuyor desem beni bu toplumda kim anlayabilir?
Dönüp çok eskilere gidiyor belleğim. 15-16 yaşlarında bir yeni yetme: yani ben. Elinde Stendhal’ın o doyumsuz eseri "Kızıl ile Kara". ( Sonradan Kırmızı ve Siyah adıyla da baskısı yapıldı.)
Tutkulu mu tutkulu bir adam: Julien Sorel.
Napolyon, Waterloo’da yenilmiş. Fransız Devrimi’nin tüm kazanımlarına karşı amansız bir karşı bir saldırı var. Kral, tahtına oturmuş, din adamları yeniden toplumun en saygın bireyleri olmuştur. "Cumhuriyet" neredeyse lanetli bir sözcüktür. Eşitlik, özgürlük, kardeşlik kavramları çoktan rafa kalkmıştır.
"Eğer 15 yıl erken doğmuş olsaydı kesinlikle Napolyon’un ordusuna girer kırmızı üniformaları giyip 35’ine varmadan ya ölür ya da general olabilirdi" diye anlatılan Julien Sorel, bu trenin kaçtığının farkındadır.
Maksat yükselmekse kırmızı üniforma yerine kara cübbeyi giyip papaz olmak arasında ne fark olabilir ki?
Julien de öyle yapar.
Latince bilmese de İncil’i Latince ezberler. İşte kendini kabul ettirmek için müthiş bir etiket! Anlamını bilip bilmediği kimin umurunda?
Sizce "Bakara, makara… Her Cuma bir ayet sallıyorum" diyenler acaba Julien Sorel’i okumuş mudur?
Stendhal, "Artık ölçülü olmak para etmiyor. Bu yüzyıl her şeyi altüst edecek, yıkacak. Öyle bir keşmekeşe gidiyoruz ki!" derken çağını mı, yoksa günümüzün Türkiye’sini mi anlatıyor sorusuna vereceğim yanıt; doğamızın, cumhuriyet değerlerimizin talan edilişini gördükçe "Bizi anlatıyor" demekten başka bir şey olmuyor.
Biliyorum şuan birçoklarınız, "Ülkede kızılca kıyamet kopsa da yüzler bile kızarmıyor" diyorsunuz. Bense güneşin doğmaya hazırlandığı kızıl ufka bakarken Fazıl Hüsnü’nün dizelerini mırıldanıyorum:
"Mustafa Kemal'i gördüm düşümde,
Daha, diyordu,
Uğruna şehit olasım geldi hemen
Sabaha, diyordu.
Al bir kalpak giymişti al,
Al bir ata binmişti, al,
Zafer ırak mı? Dedim,
Aha, diyordu."
Bu bahar şafağı böylesine al, bu gökyüzü böylesine berraksa zafer gerçekten ırak olmamalı.