“Ferayidir O’nun adı Ferayi”
Hasan ÖZKAN
Ferayi, bir Oba Beyi’nin kızıdır. Bursa’nın Karacabey ilçesinin yayla dağlarındaki göçebe yörüklerinden olup, konar göçerlerdendi. Onların yerleşik bir düzenleri yoktu.
Ferayi, henüz on beş yaşında bir kızdır. Aynı yörük obasından Sırım Osman’ın oğlu İlyas tarafından beğenilmektedir. İlyas askere gider; döndüğünde bir akşam vaktinde işleri bittiğinde, babasının yanına çömelir. Bu her zaman olan bir şey değildir, baba durumu sezer, oğluna sorar:
- “Hayrola oğlum, bir derdin mi var?”
İlyas renkten renge girer. Bir türlü açılamaz. Osman, “söyle oğlum, seni dinliyorum” der. İlyas çok utanmıştır, eveler-geveler, bir türlü ne diyeceğini bilemez. Baba, bu sefer oğluna, “bir gönül meselesi mi var?” deyince, İlyas başını sallayarak “evet” der.
Osman oğlunu anlamıştır. “Kimin kızı bu?” diye sorar. İlyas, kızın kimin kızı olduğunu babasına söyler. Sırım Osman, oğluna bakarak, “ne yalan söyleyeyim, benim de içimden senin için Ferayi geçiyordu; böyle tesadüf olamaz. En kısa zamanda Ferayi’yi babasından isteyelim” der.
Sırım Osman, ertesi gün sabah, eşi Ümmü Gülsüm’e durumu anlatır.
İlyas’ın anası bu durumu çoktandır seziyordur. Ümmü Gülsüm, kocasına, “bey, bey” der, “benim bu durumdan çoktandır haberim vardı. İsabet oldu. Ben de oğluma Ferayi’yi düşünüyordum” der. Osman, eşi Ümmü Gülsüm’e, “bunları biliyordun da bana şimdiye kadar niye söylemedin? Gidip Ferayi’yi babasından oğlumuza isterdik. Önümüzdeki perşembeyi cumaya bağlayan hayırlı günün akşamında Ferayi’yi babasından isteyelim” der.
Ferayi’nin babası, Yörüklerin Oba Beyi’dir. Ferayi, Oba Beyi’nin ortanca kızıdır. Ferayi’nin büyüğü, Bey’in büyük oğlu, üç yıl sonra askere gidecektir. O gün geldi çattı. Akşam ile yatsı arasında, Oba Beyi’nin çadırına varıldı. Bu ziyaret, üç gün önceden Oba Beyi’ne duyuruldu. O günlerde Bey’in Obası, Fethiye’nin bir köyü olan, Üzümlü yanlarında konaklıyordu. Mevsim Mart ayının sonlarıdır. Koyunların keçilerin yavruları büyümüş, Mayıs ayının ortalarında yapılacak yayla göçüne hazırlanıyorlardı. Obanın Bey’i konuklarını ağırladıktan sonra, bu ziyaretin bir sebebi var mı diye Sırım Osman’a sordu. Bu arada İlyas da oradadır. Ara sıra İlyas ile Ferayi’nin gözleri birbiriyle buluşur. “Elbette bey, bir sebebimiz vardır. Biz size bu hayırlı günün akşamında hayırlı bir iş için geldik” dedi Sırım Osman.
Ferayi durumu fark etmiştir. Hemen çadırın öbür bölümüne geçti. Oba’nın Bey’i, onlara bakarak, “Ben durumu anladım. Siz benden Ferayi kızımı, oğlunuz İlyas’a uygun görmüşsünüz. Ben de çok memnun oldum. Lakin bizim sülalenin kendine özgü bir töresi vardır. Büyüğü dururken küçüğüne nikâh düşmez. Oğlumun askere gidip gelmesi gerekiyor. Ben kızımı nacep (nasıl) olsa ele vereceğim; oğlunuz İlyas’tan daha iyisi mi olacak? O günü beklerseniz, neden olmasın? Belki de çifte düğün yaparız” diye konuştu.
Sırım Osman, Oba Beyi’nden destur isteyip oradan ayrıldılar. Kendi çadırlarına döndüklerinde, oğluna: “oğlum bu üç sene az bir zaman değil. Beyin söylediklerinde kendine göre haklılık payı var. Bundan sonra nasibini başka kızlarda arayalım” dedi.
İlyas, babasının bu sözlerini duymamıştır. Daha sonraki günlerde Ferayi ile İlyas, sürülerini otlattıkları meralarda çok kez karşılaştılar. Bu karşılaşmalar da, uzaktan da olsa sadece bakışmalar şeklindeydi. Bulundukları bölgede sıcaklar iyice bastırmıştı. Şimdi alçaklardan yaylaya göç vakti gelip çatmıştı. Her şeyleri hazırlandı, çadırlar yerlerinden sökülüp denklenerek develere yüklendi. Sabahın ilk ışıklarında davarlar, sürüler halinde Karacabey’in yüksek dağlarındaki yaylalara ulaşmak için yola koyuldular. Yaşlı ve ufak çocuklar merkeplere bindirilmiş, genç ve dinç olanlar da sürülere refakat ediyordu. Bu yolculuk dinlene dinlene, hayvanlarını otlatarak, bir aydan fazla sürdü ve yaylaya ulaştılar. Yedi ay önce çıktıkları yere geldiklerinde, herkes daha evvelki yerlerine çadırlarını kurdu. Tekrar bir Yörük obası oluşmuştu.
Bu oba on bir Yörük ailesinden meydana geliyordu. Yaşlılar ve çocuklar obanın bekçileriydi. Obanın diğer sakinleri sabahın erken saatlerinde sürülerini otlaklara sürüp akşamın olduğu saatlerde obalarına dönerlerdi. Sürüler çalıdan yapılmış ağıllara konulurdu, onların da bekçileri çoban köpekleriydi. Köpekler, sürüleri kurtlardan, sırtlanlardan korurlardı. Herhangi bir saldırı olduğunda uzun uzun havlayarak sahiplerini uyarırlardı. Oba halkı tüm ihtiyaçlarını, hayvanların sağımından ürettikleri tereyağı ve çeşitli peynir türlerini, kendilerine en yakın pazarlara götürüp satarak karşılarlardı. Bu işle uğraşan bazı tüccarlar da ayaklarına kadar gelip satılması gereken neleri varsa; keçilerin kılları, koyunların yapağılarına kadar alırlardı.
İlyas bazen Ferayi’nin sevdasından, bir türlü gönlüne söz geçiremiyordu. Bir gün gütmekte olduğu keçi sürüsünü kayalıklara salarak, Ferayi’nin davarlarını güttüğü meraya yakın bir yere geldiğinde, birileri görür diye fazla yaklaşamadı. Yanında taşıdığı ufak cep aynasını Ferayi’ye doğru tuttu. Ferayi, aynanın İlyas’tan geldiğini fark edince, ilk önce heyecanından titredi, ne yapacağını bilemedi. Bir anda, ne olduysa oldu, İlyas’ın aynasına kayıtsız kalamadı. Başındaki yemenisini alıp aynanın geldiği yöne doğru bir kaç sefer salladı. Ferayi ile İlyas bu şekilde aşklarını, birbirlerine karşı ilan ettiler.
İlyas, Ferayi’den aşkının karşılığını aldığında, dünyalar onun oldu. Hemen kayalıklara saldığı sürüsünün yanına çekildi. Sürüsünü toparlayıp başka çalılıklara sürdü.
O gün akşam olduğunda, obaya yaklaşırken, Ferayi de bir başka yönden Obaya girmek üzeredir. Bir defa daha birbirlerine bakıştılar. O gün de akşam olmuş, sürüler ağıllara konulurken, Oba halkı da çadırlarına çekilmişti. İlyas, o gün olanların heyecanından, hayallere dalıp gitti. Anası ve babası bunun farkındadır. Sırım Osman oğluna sordu; “Oğlum bugün seni çok dalgın görüyorum, hayrola, bir şey mi oldu?” İlyas, babasını, “her günkü halim baba, bugün çok yorulmuş olmamdandır” diye cevapladı.
İlyas’ın bir ablası ve bir de erkek kardeşi Bilal vardı. Ablası bir başka Yörük obasına gelin gitmişti. Küçük kardeşi Bilal de onyedi yaşındadır. Üç sene sonra o da asker olacaktı. Çadırın bir başka bölümünde ağası ile beraber kalıyordu. O gün iki kardeş odalarına geçtiklerinde, şiltelerine uzandılar. Biraz sonra Bilal hemen uykuya daldı. İlyas uzandığı yerde düşler kuruyordu, hayal ettiklerini gözlerinde canlandırırken, öylece uyuya kaldı. Bir başka günün sabahında kardeşi Bilal ona, “ağam” dedi, “bu gece hep sayıkladın; uykunda hep birisiyle konuşuyordun” dedi. İlyas hemen heyecanlanıp, Bilal’e, neler konuştuğunu sordu. Bilal de, “ne bileyim ağam, ben de uyku sersemliğiyle neler dediğini anlayamadım” dedi. Ama Bilal, ağasının uykuda neler konuştuğunun hepsini biliyordu. Ağası utanmasın diye söylemek istememişti.
İlyas, uykusunda neler konuştuğunu tahmin etmektedir. Bu yüzden, içinden bir oh çekerek, rahatlamış oldu. Daha sonraki gecelerde de zaman zaman sayıklamaları oldu. Bundan sonra Bilal, ağasına, bu sayıklamalardan hiç bahsetmedi. Artık bu sayıklamaların ne olduğunu çok iyi anlamıştı.
Aradan bir hayli zaman geçti. İlyas bir akşam kardeşi Bilal’le bölmeye geçip şiltelerine uzandıklarında, havadan sudan, günlük işlerden konuştular. Bu arada İlyas, kardeşi Bilal’e sordu. Bilal, dedi, “ben halen sayıklıyor muyum?” Bilal bir an düşündükten sonra,” hiç duymadım, konuştuysan da yorgunluğumdan duymamışımdır” dedi. Bilal’in öyle demesi gerekiyordu. Hâlbuki hepsinden haberi vardı. Ağasını incitmekten çekiniyordu. İlyas’la Ferayi’nin aşkları gittikçe büyüyordu. İlyas fırsat buldukça aynası ile Ferayi’ye ulaştığında, o da bazen el sallar, bazen de başındaki yemenisini İlyas’a doğru sallardı. Ferayi, bir gün küçük kardeşinin aynasını almayı kafasına koydu. Kimse görmeden kardeşinin aynasını aldı. O gün öğleye doğru İlyas’a aynayı sallar. O sırada İlyas, karşı dağın eteklerinde keçilerini gütmektedir. İlyas, kendine doğru tutulan aynanın parladığını görür. O da aynasını Ferayi’ye doğru tutar. Birbirlerine bu ayna tutmalar, o gün bir kaç kere olur. Sonraki günlerde de böyle devam eder. Obada bu durum, bazıları tarafından fark edilse de Ferayi’nin ailesi ve İlyas’ın ailelerine ulaşmaz. Bunun dedikodusunu yapmamışlardır. Çünkü iki aile de obanın sayılan ve sevilen insanlarıdır.
Bu obada olsun diğer obalarda yaşayan Yörükler olsun, düğünlerini yaz aylarında yaylalarda yapardı. Bu obanın dışında başka obalar da vardı. Bu Yörük Obalarının birinde yapılacak olan bir düğün için çevrede bulunan diğer obalara düğün davetiyeleri yollandı. Sırım Osman, oğlu İlyas’a, “bu düğüne bizim aileyi temsilen sen gideceksin” deyince, İlyas babasına, “büyüklerimiz varken bize yakışmaz baba” der. “Oğlum ben lafımı daha bitirmedim. Sen gidesin ki, orada kendine göre beğendiğin kız olursa, gider babasından isteriz” diye ısrar eder Sırım Osman. İlyas yine de gitmek istemediğini söyleyince babası da ısrar etmedi. Yörük obasından davetli olan aile büyükleri, düğün yapılan obaya varmışlardı. Bunların içinde obanın Beyi ve İlyas’ın babası da vardı. Beraberce uygun bir yere çöktüler, yemekler yenildikten sonra sıra düğünü izlemeye gelmiştir. Çalgılar çalmakta, yörüklere ait şarkı ve türküler söylenmektedir. Bir ara çalgıcılar, yörüklerin türküsü olan Ferayi ezgisini söylemeye başlar. Bu arada obanın beyi de mırıldanarak hafif bir ses tonuyla çalgıcılara eşlik etmektedir. Yanında bulunun arkadaşlarına, “ben bu türküyü çok severim. Ne zaman duysam, dikkatle dinlerim. Gençlik yıllarında kendime söz verdim, bir gün olur da evlenirsem, Allah bana bir kız çocuğu nasip ederse, adını Ferayi koyacağım” demiştim. “Daha sonraları evlenmek bana nasip oldu ve Allah bana ikinci çocuğumu kız verdi. Kendime verdiğim sözü tutup kızımın adını, Ferayi koydum” dedi ve oturduğu yerden kalkıp oyun meydanına çıktı. Çalgıcılara, “çalın oğlum benim Ferayi türküsünü, şimdi coştum” diyerek, dizlerini toprağa vura vura, oynamaya başladı. Biraz sonra da arkadaşlarını da oyun meydanına çekip hep beraber oynadılar. Düğünde bulunan bazı konuklar, onların üzerlerine para savurdular.
Sırım Osman ise düğünü izlerken, gözleri de genç Yörük kızlarının üzerindeydi. Birisi dikkatini çekti. Uzun örgülü saçları, boylu poslu, “tam benim İlyasım’a göre” diye içinden geçirdi. Orada bulunan tanıdık birine sordu, kimin kızı olduğunu öğrendi. Obaya döndüklerinde akşam vaktiydi. Obanın dışında hiç kimsecikler yoktu. Gecenin yarısında, sürülerin başında bulunan çoban köpekleri yırtınırcasına havlıyordu. Bu sesler çadırda bulunanları huylandırdı, silahını kapan dışarıya koştu. Köpekler cılız bir sırtlanı yakalamış, pençeleriyle evirip çevirip oynuyorlardı. Sırtlanlar sürüler halinde gezdiklerinden, içlerinde en cılız olanı köpeklere kaptırınca, korkudan orayı terk ettiler. Osman, “köpekler onlara güzel bir ders vermiş, bir daha buraya zor gelirler, bu korku onlara yeter” dedi.
Ertesi gün akşamı Sırım Osman, aileyi bir araya topladı. Diyecekleri vardı. Oradan buradan konuştuktan sonra sözü İlyas’a getirdi. “Oğlum dün gittiğim düğünde sana yakışır, bizim aileye yaraşır güzel bir kız gördüm. Ailesinin kim olduğunu da öğrendim. Bir münasip zamanda, bir bahane uyduralım. Onların çadırına ulaşıp bu kızı görmeni istiyorum” dedi.
İlyas, babasının konuşmasına, sanki başkasına söyleniyormuş gibi ilgisiz kaldı, hiç bir söz etmeden kalkıp odasına çekildi. Bu durum babasının dikkatini çekti. Karısına, “ne oluyor Ümmü, benim bilmediğim bir şeyler mi var?” diye sordu. İlyas’ın anası, beyine, “neler olduğunu ben de bilmiyorum” dedi. Bu arada küçük oğlan Bilal söze karışarak, “baba” der, “ağamın üstüne fazla varmayın, ağam âşıktır” deyince, ana ve baba şaşırırlar. Bilal’e, “sen nerden biliyorsun?” diye çıkıştılar. “Ben bilmiyorum ama kulaklarımla duyuyorum. Çoğu geceler ağam sabahlara kadar Ferayi’yi sayıklıyor” dedi. Karı koca birbirlerine bakıştılar. Bir anda ikisi birden “eyvahlar olsun” deyip ne yapacaklarını konuşmaya başladılar.
Yaylada havalar iyice soğumaya başlayınca, alçak ovalara göç hazırlıkları başladı. Göçer Yörüklerinde, göç topluca yapılmadığından, sırasıyla bir gün önceden bir aile sürülerini göç yoluna sürer. Ertesi gün de bir başka aile yola çıkar. Bir aya yakın zamanda göç tamamlanır. Varacakları yer bellidir. Gelenler sırasıyla çadırlarını kurarlar. En son yola çıkanlar da geldiğinde göç tamamlanmış olurdu. Bu sene de kazasız belasız oba sakinleri yerlerine ulaşmış, herkes çadırını kurmuştu.
İlyas ile Ferayi umutsuz bir aşkın pençesindedirler. İlyas’ın babası, oğlu için kara kara düşünmekte, oğlu İlyas’ın bir delilik yapmasından korkmaktadır. Bu işe mutlaka bir çare bulmalıydı. Aklından geçenler vardı; ‘böyle olursa ben ne yaparım. Beyin yüzüne nasıl bakarım. Çare tükenmez derler ama ben bir çare bulamıyorum’ diye söylendi. Karısı Ümmü, onu dinlemektedir. O da çaresizliğin içinde kıvranmaktadır. “Ne yapalım, düşündüklerin başa gelirse, başa geleni çekeriz” deyince Osman, başa geleni çekmenin çok zor olduğunu söyledi.
Bu kışı da Fethiye tarafında eski yerleşim yerlerinde geçiriyorlardı. Burası, deniz seviyesine yakın olduğundan, kışları ılıman geçmektedir. Geldikleri yaylada kış çoktan başlamıştı. Bu arada Bilal, babasına, ‘baba ben arkadaşımdan duydum, onların sürüleri buraya hareket ettiklerinin ikinci günü, beş altı sırtlanın sürülerini takip ettiklerini görmüşler. Belki de buraya kadar gelmiş olabilirler; dikkatli olmamız lazım” dedi. Sırım Osman da oğluna, ‘doğrudur oğlum, dikkatli olmamız gerekir, bu yırtıcılar biz Yörüklerin baş belasıdır, hep bizim çevremizde yaşarlar. Fırsat bulduklarında da hemen saldırıya geçerler’ diye konuştu.
Osman, hep oğlu İlyas’ın durumunu düşünmektedir. Düşündüklerinden de bir türlü bir karara ulaşamaz. Kendi kendine sorar; ‘Osman bir bahane bul, bir dahaki yayla göçünden sonra bu obadan, bu oymaktan ayrıl, başka obalara katıl, başka yerlere göç et’ der ama böyle karar vermesi de zordur. İlyas bu karara uyacak mıdır? Bunu da bilemiyordu. ‘Ya uymazsa, ben ne yaparım bilemiyorum’ derken, bir başka fikirde karar kılar. Tekrar Oba Beyine gitmeye karar verir. Hemen o akşam Oba Beyinin çadırına vardılar. Beye, “biz gene geldik, kusura bakmayın” deyip söze başladı. “Beyim” dedi, “Size başka bir teklif için geldik. Oğlumuz askerden dönünceye kadar bu çocuklara birer nişan yüzüğü takalım, o zamana kadar bekleriz.” Bey, bu zamanın uzun olduğunu ve biraz düşünmesi gerektiğini söyledi. “Kararımı en kısa zamanda size bildiririm” dedi.
Oba Beyi bu durumu ertesi gün ailesiyle paylaşır. Onların da fikrini almak ister. İlk sözü eşine verir. “Elimizi kolumuzu bağlayan sizin sülalenin töresini ne yapacan, bu töreyi çiğneyecek misin?” der beyin eşi. Bey, sözü büyük oğluna verir. O da, “benim için hiç bir mahzuru yoktur. Lakin anamın dediği gibi ailemizin bu töresini nasıl çözeceksin? Yine vereceğin karar bizim için geçerlidir” der ve yüreğinin rahat olmasını babasına söyler.
Bu konuşmalar Ferayi ve en küçüğünün dışında olmuştur. Bey bu işin kendisine kaldığını düşünür. Şimdi kendisinin bir karar vermesi lazımdır. Birkaç gün düşünür taşınır. Bir karar verir. Bu sefer kendisi Osman’ın çadırına yürür. Vardığında, Osman çadırın arka tarafında birşeylerle meşguldür. Bey’in geldiğini fark edince önüne çıkıp karşılar. Çadırda başka kimse yoktur. Onu kolundan tutup çadırın içine alır; bir şilteye bağdaş kurup otururlar. Oradan buradan, havadan sudan konuşmalardan sonra, sıra asıl meseleye gelmiştir. Obanın Beyi Osman’a, gene zamanın uzunluğundan bahseder. Evdekiler de aynı düşüncededirler. Gel bu işi zamana bırakalım, nişanı da düğünü de o zaman yaparız. Evdekiler üç sene nişanlı durmak olmaz diyorlar. Daha da bu işi zorlamayalım deyip oradan ayrıldı.
İlyas sürülerini Ferayi’nin olabileceği yerlere yakın olan yerlerde otlatmaktadır. Ferayi de aynı düşünceler içinde olabilirdi, çünkü o da İlyas’a yakın olmak istiyordu. İkisi için de zaman çok çabuk geçiyordu. Gündüzleri birbirlerini karşıdan karşıya görmeleri onlara yetiyordu. Her ikisi de akşamın olmasını hiç istemiyordu. İlyas sürüyü ağıla yerleştirir, köpekler için undan yapılan yallarını kaplarına koyar, ailesiyle biraz oturduktan sonra çadırın diğer bölmesine geçerdi. Şiltesine boylu boyunca uzanır, kendi kendine hayaller kurardı. Bazen de Bilal’in geldiğini bile fark etmezdi. Bilal de ağasına geldiğini hatırlatmak için, ‘ağam bana bir şey mi dedin, yoksa bana mı öyle geldi?’ diye seslenirdi. İlyas da sanki uykudan uyanır gibi esneyerek, ‘ne dedin, anlamadım?’ diye Bilal’e bakardı. Bilal de ağasının bu durumundan ötürü çok üzgündür. Kendi kendine sorar, ‘kara sevda dedikleri bu herhalde, ben ağam için ne yapabilirim?’ diye düşünürdü. Böyle bir zamanda, Bilal’in aklına bir şey geldi. Aklına geleni ertesi akşama bıraktı.
O gece geç saatlerde obada bulunan tüm köpekler ulumaya, havkırmaya başladı. Oba halkı telaş içinde kendilerini çadırdan dışarıya attıklarında, obanın her tarafının jandarmalarla kuşatıldığını gördüler. Bütün çadırlar didik didik aranıyordu. Daha sonraları durum anlaşılmıştı. Bu bölgede huzuru bozan bir eşkiya türemişti. Yörenin bazı köylerinde durumu iyi olan insanların gece vakti evlerini basarak, ellerinde avuçlarında neleri varsa alıyorlardı. Jandarma bir türlü bu eşkiyayla başa çıkamıyordu. Ne zaman çembere alınsalar, o çemberin bir tarafından sanki buhar olup uçuyorlardı. Jandarma eşkiyaların bölgede yaşayan yörük çadırlarında gizlendikleri ihbarı aldığından, bu obaya baskın düzenlemişlerdi. Ama bu baskın da boş çıktı. Oba halkı ayaktadır. Jandarma komutanı Oba Beyini yanına çağırır ve ona, “bu obanın asayiş sorunu senden sorulur. Çevrenizde, meralarınızda, dağda taşta şüphelendiğiniz her kim olursa olsun, size en yakın olan kolluk kuvvetlerine haber veriniz. Eğer böyle insanlara yataklık yaparsanız, siz de onlar gibi suçlu sayılırsınız” diye uyardı.
Jandarmanın peşinde oldukları, Afyon’da bulunan bir askeri birlikten üzerlerine kayıtlı piyade tüfekleriyle firar etmişlerdi. Bunlardan birisi, lakabı Mardinli Kürt İdris’in oğlu Şahlan’dır. Şahlan, bu asker kaçaklarının reisidir. Bunlar için arama ve yakalama emri olan kâğıtta Şahlan için, çok tehlikeli olduğu, gözünü kırpmadan adam öldürebileceği yazılıdır.
Ertesi gün akşam Bilal, ağasına sokulur, ona bir şeyler diyecektir. İlyas bunu anlamıştır. Bilal’in sırtını sıvazlar, “söyle bakalım, bana diyeceklerin var galiba” deyince, Bilal evet anlamında kafasını salladı. İlyas kardeşine, ‘seni dinliyorum’ deyince, Bilal, ağasına yanaştı, ona sıkıca sarıldı ve ağlamaya başladı, “ağam, ben her şeyleri biliyorum, bildiklerimi sıkılmayasın diye söyleyemedim, sana soramadım. Şimdi soruyorum, sana yardım etmek istiyorum, benim senin için yapabileceğim bir şeyler var mı?” deyince, İlyas kardeşinin bu sözlerinden çok duygulandı. Ağlamaklı bir sesle, “ah kardeşim ah, ben yandım ya, benim gibi başkaları yanmasın. Belki Kerem bile benim kadar yanmamıştır. Bu durumuma sen ne yapabilirsin ki?” dedi.
Bu aralarda Ferayi’nin güzelliği başka Yörük obalarında da dilden dile dolaşmaktadır. Hatta görücüler bu Obadan eksilmiyordu. Bunlar İlyas’ın kulağına kadar geliyordu. ‘Ben ölmeden Ferayim başkalarına yar olmaz, olursa ben nasıl yaşarım’ diye derin düşüncelere dalmaktadır.
Bilal bir sabah kendine söz verir, ‘ne olursa olsun bu gün Ferayi’ye ulaşmam lazım’ der, bir bahane uydurup doğruca Ferayi’nin bulunabileceği meraya yaklaşır. Ferayi’nin gütmekte olduğu koyunların dar bir boğaza indiğini görünce, fırsat bu fırsat deyip Ferayi’ye ulaştı. O’na şunları söyledi “Ağam senin için yanıp tutuşuyor. sabahlara kadar hep senin adını sayıklıyor. Doğru dürüst uyku uyuyamıyor. Şimdiye kadar sana ulaşmak için çare aradım. Bugün ne olursa olsun deyip sana geldim.”
Ferayi, utana sıkıla, Bilal’e, “benim de ne hallerde olduğumu bilemezsin. Ben de O’nun gibiyim, belki de daha fazlasını çekiyorum. Sana anlatmam çok zor. Ben de bu gönlüme söz geçiremiyorum. Var git Bilal, bir gören olmasın, ağana söyle, benim gönlümde ondan başkasına yer yok.”
Böyle dedikten sonra koynundan çıkardığı, kendi elleriyle işlediği ipekli ‘yalık’ı (mendil) Bilal’e verdi. “Bunu ağana ver, baktıkça beni hatırlasın” dedi. Bilal, yalıkı aldı, kaşla göz arasında kaybolup gitti.
Bilal, o gün ağası (ağabeysi) için güzel bir iş yapmıştı. Akşam beraberce odalarına çekildiklerinde Bilal, “Ağam” dedi, “bugün senin için elçilik yaptım. Şimdi senden müjdemi istiyorum” deyince, İlyas da hemen Bilal’e, “ne olduğunu söyle sana ne istersen vereyim” dedi. Bilal, elindeki yalıkı sallayarak, “ağam bu senin, ben bu gün kimselere görünmeden Ferayi yengeme ulaştım, onunla konuştum. Bunu sana gönderdi. Baktıkça onu hatırlayacakmışsın, bunu o söyledi” dedi.
İlyas, Bilal’in elindeki yalıkı (mendili) kapıp defalarca öptü, okşadı ve yastığının altına koydu. İlyas o geceden sonra sayıklamaz oldu.
Aradan bir hayli zaman geçti. Oba’nın kadınları da boş durmadı. Şimdiye kadar bu aşkın dedikodusunu hiç yapmayan kadınlar, şimdi ne olduysa çenelerini tutamadılar. Kadınların dedikodusu ayyuka çıkmıştı. Bu dedikodular, Obanın Beyine kadar geldi. Bey kararını verdi; bundan sonra Ferayi koyunları otlatmaya gitmeyecek, çadırda göz hapsinde tutulacaktı.
Olanlar, İlyas’la Ferayi’ye olmuştu. Bundan sonra karşıdan karşıya da olsa, birbirlerini göremeyeceklerdi. Kadınların boşboğazlığı yüzünden olanlar olmuştu. İlyas artık Ferayi’sini, Ferayi de İlyas’ını göremeyecekti. Kendi kendine ben şimdi kime ayna tutacağım deyip aynasını kayalıklardan attı. Rivayete göre her yıl Mart ayının sonlarında bir gün, aynanın atıldığı kayalıklarda aynı anda, bu aynanın yansımasının görüldüğü anlatılır.
İlyas, sonraları her şeye ilgisiz kaldı. Saçını sakalını da salıvermişti; sanki bir hayaletti. Artık İlyas’ı anası-babası, kardeşi Bilal de tanımakta güçlük çekiyorlardı.
İlyas bir gece kimselere görünmeden obayı terk etti. İlyas’ın ailesi, sabah olduğunda İlyas’ı göremez; sağa sola bakarlar, İlyas yoktur. Sırra kadem basmıştır. İlyas, başını alır, kendini dağlara atar. İlyas için her yer karış karış aranır; sanki buhar olup uçmuştu. İlyas çok uzaklardaki dağları mesken tuttu. Ferayi, İlyasının obayı terk ettiğini öğrenmişti. İlyas ise mesken tuttuğu dağlarda kimselere görünmeden aç susuz dolaşır, geceleri de kaya kovuklarına sığınırdı. Bazı günler de, Ferayi için söylenen Ferayi ezgisini cılız bir sesle mırıldanırdı.
Böylece aylar geçti. Obanın yayla göçü de yaklaşmaktaydı. İlyas, artık Mecnun olmuş, dağlarda Leylasını aramaktadır. Bir sabah vaktinde hırpani kılıklı, saçı sakalına karışmış, ayağındaki çarıkları yırtılmış bir yabancı obaya geldi. Onu bu durumda gören çoban köpekleri uzun uzun havlamaya başladı. Bu adam sendeleye sendeleye Ferayi’nin olduğu çadırın kapısına gelip dayandı, cılız bir sesle, “Ferayim, ben sana geldim. Ferayim ben sana geldim” dedi. Bu sesi duyan Ferayi’nin ağası, çadırdan dışarıya çıktı. İlyas aynı sözleri tekrarlarken, adamı tanıyamadı. Suratına bir yumruk yiyen İlyas yere yığıldı. Eli yüzü kanlar içindeydi. Zar zor cebinden Ferayi’nin ona verdiği el işlemeli yalıkı çıkarıp yüzündeki kanları silmeye çalışırken, tam o sırada Ferayi dışarıya çıktı. İlyas’ın elindeki mendil Ferayi’nin İlyas’a verdiği mendildir. Yerde yatan bu adam İlyas’ın ta kendisidir. O anda bir çığlık attı. Bu çığlık obanın her yanında yankılandı. Ağasına yalvarırcasına, “vurma ağam, o benim için mecnun olan İlyasım’dır, ne olur ona vurma” diye yakardı. Bu arada çığlığı duyan Oba halkı oraya toplandı. Ferayi, İlyas’ına yanaştı, oraya oturuverirdi. İlyas’ın başını ayaklarının üzerine alıp çırpına çırpına, bazen de ellerini yere vura vura ağıtlar yaktı. “Böyle kader olmaz olsun, böyle aşka lanetler olsun.” Daha sonra ellerini göğe kaldırarak Allah’a yalvardı: “Allahım şimdi burada bize verdiğin bu canı al da biz de bu sevdadan kurtulalım.”
Toplanan oba halkı da gördüklerinin duyduklarının etkisinde kalarak, gözyaşlarına engel olamazlar. İlyas’ı hemen çadırın içine aldılar. Elini yüzünü bir güzel yıkayıp kuruladılar. Daha sonra Obanın Beyi, oğluna, şimdi hemen git babasına, İlyas’ın bizde olduğunu söyle, haberleri olsun” dedi. Ferayi’nin ağası, İlyas’a vurduğundan ötürü pişman olmuştu. ‘Nerden bileyim onun İlyas olduğunu, bilseydim vurur muydum?’ diyordu kendi kendine. Bir pişmanlık duygusu içindeydi. Bu haber Sırım Osman’ın çadırına ulaştığında, şaşkına dönmüşlerdi. Hemen toparlanıp koşa koşa, soluğu Oba Beyinin çadırında aldılar. Çadırın içine girdiklerinde, İlyas’ı çadırın orta direğine sırtını dayamış, boş gözlerle çevresine bakarken gördüler. Önce anası oğluna öyle bir sarıldı ki, sanki iki vücut birbirine kenetlendi. Ana oğul sessizce ağlaştılar. Baba Osman da kendini tutamadı, o da sessizce ağladı. Biraz sonra ortalık sakinleşti. Obanın Bey’i sessizliği bozarak, “ben böyle bir aşkı kitaplardaki Ferhat ile Şirin’de okumuştum. Şimdi başımıza gelince okumanın başka, yaşamanın başka olduğunu anladım. Olmaz olsun bizim bu töremiz. Yerin dibine batsın bu töre. Benim haddim mi bu çocukların günahını çekmek” dedi öfkeyle.
Oba Beyinin sülalesine ait olan bu töre, Oba Beyi’ni de isyan ettirmişti. “Bundan sonra ben Obanın Beyi isem töre möre tanımıyorum, herkes bunu böyle bilsin!” dedi.
Onların töresine göre büyüğü varken küçüğüne nikah düşmezmiş. O da bu töreye dayanarak bu işe eh dememişti. Şimdi ise bu aşkın gücünü anlamıştı. Sırım Osman’a doğru döndü. “Ben bundan sonra töreye inanmıyorum. Kızım Ferayi’nin ve İlyasımızın mutluluğu için bu dağları devirmek ikimizin de boynunun borcu olsun ve kitaplar bundan sonra Ferayi ile İlyas’ın da aşkını yazsınlar. Önümüzdeki göçten sonra yaylaya vardığımızda, bu çocuklar için dillere destan olacak bir düğün yapalım” dedi.
Sırım Osman ve ailesi o gün akşama kadar Oba Beyinin misafiri oldular. Hep beraber akşam yemeği yendikten sonra ağır adımlarla kendi çadırlarına vardılar. Bilal onları kapıda karşıladı. Hemen ağasına sımsıkı sarılıp öpüştüler. O da ilk önceleri ağasını tanıyamadı. Ertesi gün sabah olduğunda bir ata binip doğruca Fethiye’nin Üzümlü köyüne inerek, bir berber aramaya başladı. Birinin yardımıyla berberi buldu, berberi ata bindirip öğleye doğru obaya geldiler. Berber, İlyas’ı bir güzel tıraş ettikten sonra, İlyas’ın İlyas olduğu fark edildi. Bundan sonra iş İlyas’ın anasına kalmıştı. En güzel yemekleri yapacak, kavurmaların en iyisini, Yörüklerin o meşhur tatlısı höşmerimini yapıp İlyas’a yedirecek, İlyas en kısa zamanda toparlanıp eski sağlığına kavuşacaktı. Aradan bir süre geçtikten sonra bir akşam İlyas’la Ferayi’ye nişan yüzükleri takıldı. Ferayi’nin yüzüğünü İlyas’ın babası, İlyas’ın yüzüğünü de Ferayi’nin babası taktı ve böylece söz kesilmiş oldu.
İlyas artık gücünü kuvvetini toplamıştı. Sürüsünün başına geçti. Ferayi de eskiden olduğu gibi meralara döndü. Bundan sonra karşıdan karşıya değil, birbirlerine daha yakın oldular.
Bilal bir gece geç vakit hacetini (tuvaletini) gidermek için çadırdan dışarıya çıktı. Bu arada köpeklerden sürekli havlama sesleri geliyordu. Dikkatlice çevreye bakınırken, Oba’nın meydanına doğru birkaç silahlı insanın geldiğini gördü. Hemen babasını uyandırıp gördüklerini anlattı. Bunların, jandarmanın tarif ettiği eşkıyalar olabileceğini söyler söylemez ortadan kayboldu. Gecenin karanlığında Üzümlü’ye varır varmaz, kapıları çala çala, sora sora muhtarın evini buldu ve durumu muhtara anlattı. O tarihlerde muhtarlara devlet tarafından manyetolu birer telefon ile birer mavzer verilirdi. Mavzerleri köy bekçileri kullanırdı. Telefonların iki hattı olup, bunlardan biri ilçenin jandarmasına, öbür hat da ilçe Kaymakamına bağlıydı. Muhtar hemen durumu jandarmaya, eşkiyaların filan yerdeki Yörük obasında görüldüğünü söyledi. Jandarma bu haberi aldığında en kısa zamanda kuşandı, anılan yerdeki Yörük obasına ulaştı. Obayı kuşattılar. Bilal de obasına dönmüş, ormanın içine gizlenmiş, obayı izliyordu. Neredeyse şafak yeri ağarmak üzereyken, jandarma, eşkiyaların barındığını tahmin ettiği çadırı kuşattı, içindekilere teslim olmalarını söyledi. Eşkiyaları ikna edemeyen jandarma, silahlarını ateşledi; çatışma başladı. Bu arada eşkiya, jandarmaya gözdağı vermek için, çadırda bulunan on yaşlarında bir oğlan çocuğunu dışarıya saldılar, daha on adım atmadan bu çocuğu arkasından vurdular. Çocuk oracıkta yere yığılıp kaldı. Eşkiya başı, çadırın içinden gürlemeye başladı: “Buradan çekip gitmezseniz, içerdekilerin hepsini öldürürüz” diye jandarmaya tehditte bulundu. O anda eşkiyalar kendi aralarında çelişkiye düşmüş, birbirlerine bağırıyorlardı. Bunu fark eden komutan, fırsattan yararlanarak, emrindeki askerlere çadıra hücum emrini verdi. Bu arada silahlar patlamaya başladı. Elebaşıları olan Şahlan elinden vuruldu. Zaten mermileri de kalmayınca hemen teslim oldular.
Çadır halkından ve diğer eşkiyalardan yaralananlar oldu. Jandarma, vurulan çocuğun durumuna baktığında, mermi çocuğun sağ karın boşluğunu delip geçmişti. Çocuk yaşıyordu, fakat akan kanı durdurmak lazımdı. Hemen yarayı temiz bir bezle bağlayıp iki jandarma eri tarafından Fethiye Devlet Hastanesi’ne götürdüler. Tesirsiz hale getirilen eşkiyaların kolları arkadan bağlandı.
Artık sabah olmuş, neredeyse güneş doğmak üzeredir. Ortalık sakinleştiğinde, oba halkı da olay yerine geldi. Eşkiyalara lanet yağdırdılar. İçlerinden birisi onlara daha da yaklaşarak, “köpeklerimizden ne istediniz de onları zehirlediniz, sizde Allah korkusu hiç mi yok?” diyerek, bir kere daha onlara beddua etti, lanet okudu.
Eşkiyalar, obaya girdiklerinde ilk önce onları etkisiz hale getirmişlerdi. Öldürdükleri bir tavşanın etine baldıran zehiri bulaştırıp köpeklere vermişlerdi. Bu etleri yiyen köpekler anında oracıkta ölmüşlerdi. Bundan faydalanan eşkiyalar, ellerini kollarını sallaya sallaya, gözlerine kestirdikleri bir çadıra daldılar. Bu çadırda beş kişilik bir Yörük ailesi barınıyordu. Hepsi de uykudaydılar. Eşkiyalar onları dipçikle uyandırıp kendileri için sofra hazırlanmasını istediler. Bu arada neye uğradıklarına şaşıran bu insanlar, korkudan titriyorlardı. Bu durumda komşularından yardım da isteyemezlerdi. Kendilerine hazırlanan sofrada karınlarını tıka basa doyurmuşlardı. Şimdi sıra soyguna gelmişti. Aileden ne kadar para, altın varsa kendilerine verilmesini istediler. İstedikleri olur; neleri varsa verdiler. Torbalarını da ekmek ve peynirle doldurdular. Şafak vaktine kadar burada kalacaklarını söylerlerken, işte tam bu sırada jandarma baskını başlar. Bilal’in sayesinde, şafak sökmeden eşkiyalar yakalanır, yöre halkı kendilerine korku salan bu eşkiyadan kurtulur böylelikle.
Bilal şimdi obada kahraman olmuştur. Herkes ona kahraman gözüyle bakmaktadır. Obanın Beyi, Bilal’i beş tane kuzulu koyunla ödüllendirdi. Bir hafta sonra da Fethiye Kaymakamı, yanında karakol komutanıyla birlikte obaya geldiler.
“Bana o yiğit oğlanı getirin” dediğinde, o sırada obanın dışında olan Bilal bulunarak, Kaymakamın huzuruna getirildi. Kaymakam Bilal’i öperek onu kutladı. “Sen benim için de bir kahramansın” dedi Kaymakam. Yanlarında getirdikleri bir bavul dolusu hediyeyi Bilal’e armağan etti. “Bu hediyeler senindir. Bunlar, senin yaptığının yanında az kalır” dedi Kaymakam.
Bavulun içinde neler vardı neler. Başa sarılan Yörük poşusundan tutun, çarık, en iyisinden giyim kuşam, yiyeceklerle doludur. Obada bulunan akran kızlar, aralarında Bilal’i paylaşamazlar. Biri, “Bilal benim yarim” derken, öbürleri, “hayır o benim yarimdir” diye onu paylaşamazlar. Bilal de bu olup bitenlerin farkındadır.
Bu olaydan sonra hayli bir zaman geçti. Şimdi obanın yaylaya göç zamanı gelmiştir. Eskiden olduğu gibi bir gün arayla, sırası gelen göç yoluna girmiştir. Eşkiyanın vurduğu çocuk da iyileşti. O da obaya geldi. Bir ay içinde göç tamamlandı. Herkes önceki yerlerine çadırlarını kurdu. Yerleşmenin ardından ateş yakıldı, oba halkı bu ateşin yanında toplandı. Burada gençler güreş tuttular. Bu güreşlerin galibi ve mağlubu yoktu. Yörükler arasında bu bir gelenekti. Birbirlerini küçük düşürmek istemezlerdi. Bu güreşlerde sırtı yere gelen olmazdı. Bir kaç gün sonra Oba Beyi Sırım Osman’ı ailesiyle birlikte çadırına davet etti. O günün akşamı hep beraber yemekler yendi. Kahveler içildikten sonra Bey, Sırım ‘Osman’a, “Osman” der, “daha da beklemenin anlamı yok. Bir an evvel bu çocukların düğününü yapalım. Bu düğün öyle bir düğün olsun ki, dillere destan olsun. Herkes yıllarca bu düğünden bahsetsin. Düğün için hiç bir masraftan kaçınmayalım. Malum, bu düğünden sonra oğlumu askere yollayacağım.”
O günden sonra düğün hazırlıkları bütün hızıyla devam ederken, yaylada bulunan bütün yörüklere haber salındı. Yörüklüğü bırakıp da Karacabey’e yerleşen yörüklere de haberler ulaştırıldı. İlçenin Kaymakamı da bu düğüne davet edildi.
Düğün günü geldi çattı. İlçeden en iyi düğün aşçıları, kazanlar dolusu etleri, pilavları, keşkekleri ocaklarda kaynatmaya başladılar. Düğün için çevrenin en iyi çalgıcıları obaya getirildi. Obanın orta yerinde düğün meydanı oluşturuldu. Bir yanda davul zurnalar çalarken, öbür tarafta ince çalgılar çalmaktaydı. Düğünün üç gün üç gece olması için hazırlıklar yapıldı. Düğünün ilk günü akşamı, iki dünür, başlarında yörük poşuları, ayaklarında körüklü çizmeleriyle oyun alanına çıktılar. Beraberce zeybek oynadılar. Daha sonra Oba Beyi, çalgıcılara Ferayi ezgisini çalmalarını söyler. Çalgıcılar bu ezgiyi söylerken, o da çalgıcılara eşlik etmektedir. Ne de olsa bu türkü O’nun türküsüdür. Bu yüzden değil mi ki kızının adını Ferayi koyması. Şimdi ise bu Ferayi’nin düğünü olmaktadır. İki dünürün oyunu bittikten sonra, sıra gelinle damada geldi. Bu sefer çalgıcılar İlyas ile Ferayi’nin efsane aşkını bildikleri için, Ferayi ezgisini söylemeye başladılar. Meydanda çok güzel, görülmeye değer bir manzara oluştu. (Keşke bugünkü teknoloji o tarihlerde olsaydı da bu an ölümsüzleştirilmiş olsaydı.) Bu ezginin etkisinde kalan Ferayi ile İlyas, meydanda diz çöke çöke, bir sağ dizlerini, bir sol dizlerini toprağa vururlarken, Ferayi’nin o örgülü uzun saçları toprağı yalıyordu. Çalgıcılar bu ezgiyi söylerken bazı yerlerinde değişiklik yaparak, onların durumuna göre söylerlerdi: “...yar yandım aman, esmer yarim, aman da Ferayi...” İlyas için de “yar yandım aman, aslan yarim Kerem İlyasım”.
İkisi birden yere diz çöktüklerinde, birbirlerinin gözlerinin içine bakıyorlardı. Bu obada ve bu meydanda öyle bir düğün oluyordu ki, bu düğün yıllar boyu unutulmayacak, dilden dile dolaşacaktı. Bu ezgi, Ferayi ve İlyas için söylenirken, orada bulunan konuklar da bu ezgiye eşlik ediyorlardı.
Üç gün üç gece o kadar çabuk geçti ki, farkına bile varamadılar. Sadece bu oba değil, öbür obalar da oba olalı, böyle düğün görmemişlerdi. Onlar için obanın en güzel yerine bir çadır kuruldu. Şimdi bu çadırın orta direğine Türk Bayrağı dikilmiş, dalgalanıyordu. Düğünün üçüncü gecesinin geç vaktinde Ferayi ile İlyas’ı dualar eşliğinde çadırlarına koydular. Onlar şimdi muratlarına ermişlerdi.
Bundan sonra günler gelip geçerken, kış ayları da geldi çattı. Oba tekrar yayladan göçe başlamıştı. Önden gelenler, eski yerlerine çadırlarını kurup yerleştiler. Artık bu obada İlyas ile Ferayi, son kez bulunmaktadır; öyle gerekiyordu. Bundan sonraki kış göçünde başka obada olacaklardı. Sırım Osman, oğlu İlyas için, kendi sürülerinden başka bir sürü oluşturdu. Bunlar keçi ve koyun olmak üzere iki cinstendi. Bu arada Obanın Beyi oğlunu askere yollamış, Ferayi ve oğlunun yokluğunu hissetmektedir. Şimdi onlar üç kişi kalmışlardı. İlyas, dayısının da bulunduğu bir başka obaya katıldı.
Bin dokuz yüz kırk sekiz senesinin Kasım ayında, ilk olarak Hasan Ağa mirasçılarından birine ait olan, Çakmaklı Vadisine, ilk olarak çadırını kurdu. Sürüsü için de çalıdan çırpıdan güzel bir ağıl yaptı. Burası Kemikler Köyü ile Güllük Nahiyesinin dağları arasında ve Çınarlı Ovasının kuzey kısmında bulunan bir vadidir. Bu mera, Hasan Ağa varislerinden olan Rauf Bey’den kiralanırdı. Oba Yörükleri buraya yakın olan çevre köyleri ile iyi bir diyalog içindedirler. İlyas ve Ferayi bu obada ilk olmalarına rağmen, Oba halkıyla çabucak kaynaştılar. O zamanlar Güllük nahiyeydi. Güllük ve çevre köyleri burada bulunan Nahiye Müdürünün idaresindeydi.
Ferayi, ikinci yılında, bu vadide, Çakmaklı Boğazında ikizlerini dünyaya getirdi. İkisi de kız olan çocuklarına beraberce adlarını koydular. Birine, Ferayi’nin kayınvalidesinin adı olan Ümmü Gülsüm’ün Ümmü’sünü, diğerine de İlyas’ın anasının ikinci adı Gülsüm’ü koydular. Ferayi bundan sonra bebelerine bakmaktan, çadırdan dışarıya çıkamaz oldu. Sürüleri tek başına bakmaya çalışan İlyas’ın işi çok zorlaşmıştır. İlyas, bebeleri için kasnaktan oluşan çift kişilik beşik yaptı. Anaları onları bu beşiğe yatırıp ninnilerini söyleyedursun, yaylaya göç vakti de geldiğinden, hazırlıklar yapıldıktan sonra, bir sabah vaktinde yola çıkıldı. İkizlerin beşiği de eşeğin semerinin orta yerine güzelce bağlandı. Uzun ve zorlu bir yolculuktan sonra yaylaya varıldı.
Bu göçler yörüklerin kaderinde hep vardır. Bu arada Ümmü ve Gülsüm de büyüdüler, onlar da işe yarar olmuşlardı. Bu zaman içinde İlyas’ın ufacık sürüsü kocaman bir sürü olmuştu. Sürüsü için kocaman bir ağıl yaptı. Onlar bir iken, şimdi dört kişilik bir aileydiler.
Ümmü ile Gülsüm derilip serpilmiş, genç kız olmuşlardı. İlyas’ın geldiği obada ve şimdiki obasında yaşlanan aile büyükleri, göç yollarının zorluklarını göze alamayanlar, sürülerini kendi gençlerine bırakıp daha evvelki yaşlıların yaptığı gibi, onlar da Karacabey’e yerleştiler. Bunların içinde Sırım Osman ve Oba Bey’i de vardır. Oba Beyi, obanın beyliğini oğluna devreder. Ümmü ile Gülsüm şimdi onsekiz yaşındadırlar. Onları bir başka obada, kendileri gibi ikiz olan iki kardeşle evlendirdiler.
Göç mevsiminde, bir sabah şafak vaktinde, Hasan Ağa Kışlası’nın Çakmaklı Boğazı’ndan yayla göçü başlamıştı. Bu göçün üçüncü günü, Manisa’nın Akhisar’ını geçtiklerinde, bir öğle vaktiydi. Hava aniden karardı, fırtına başladı. Şimşekler çakıyor, göz gözü görmüyordu. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. O anda sürüler kendiliğinden bir yere toplanıp adeta birbirlerine kenetlenmişlerdi. Sürünün öbür ucunda olan Ferayi İlyas’a doğru koştu. İlyas, yakınında bulunan bir ulu ağacın altına sığınmış, Ferayi’nin gelmesini beklerken, öyle bir gürültü koptu ki, o anda bu ağaca yıldırım düştü. Ferayi İlyas’a ulaşamadı. İlyas, oracıkta can verdi. Bu kara haber, İlyas ve Ferayi’nin ailelerine çok çabuk ulaştı. Ferayi ne kadar çırpınsa, ağıtlar yaksa da İlyas’ı geri getiremeyecekti. Artık O’nun İlyas’ı, bu dünyada yoktu. Şimdi tek başına kalmıştı. Yakınları ona obada kalmasını ve sürülerden vazgeçirmeye çalışsalar da başarılı olamadılar. “Bu sürüler bana İlyasım’ın hatırasıdır, bu hatırayı benden silip atmamı istemeyin, ben O’nun hatırasına sadık kalacağım” dedi.
Yıllar geçti. Ferayi’nin göçebe hayatı devam etmektedir. Onların sürülerini koruyan iki çoban köpeği, bu elim olaydan sonra geceleri ağılı bırakıp sahibesinin çadır kapısından ayrılmaz oldular.
İlyas öleli beş yıl olmuştu. Buna rağmen Ferayi’nin acıları hiç dinmemişti. Günleri hep böyle geçiyordu. Acıları günden güne artarken, Ferayi bir gece yarısı, Çakmaklı Boğazı’ndaki çadırında öldü. O da nihayet hiç unutamadığı İlyas’ına kavuşmuştu. Bu durum, onun çadırının kapısında nöbet tutan köpeklere de sanki malum olmuştu. Uzun uzun uluyarak havlıyorlardı. Köpeklerin sesini duyan Oba halkı, ‘hayırdır inşallah’ diyerek, bu ulamalara bir anlam vermeye çalışıyorlardı. İlkönce İlyas’ın dayısı, Ferayi’nin çadırına vardı. İçeriye girdiğinde bir şaşkınlık yaşadı. Ferayi, şiltesinin üzerinde boylu boyunca uzanmış, ellerini göğsünün üstüne koymuş, kendi elleriyle işleyip de İlyas’a armağan ettiği yalıkı (mendil) elinde tutuyordu. Dayısı, Ferayi’nin öldüğünü anladı. Kendi kendine şöyle söyledi: “Belli ki İlyas’ına kavuşmak için dualar etmiş, yalvarmış yakarmış, Tanrı da O’nun dualarını kabul etmiş.”
Ferayi’nin öldüğü, Kemikler Köyü’nde ve çevre köylerde çabucak duyuldu. Haberi duyan köylüler, Çakmaklı Boğazı’na akın etti. Çadırın kapısında nöbet tutan köpekler, o günden sonra yemeden içmeden kesildi, bir deri bir kemik kaldılar. Her iki köpek de on iki gün aradan sonra birbiri ardına öldüler...