“HALK SAĞLIĞI YANLIŞ POLİTİKALARA KURBAN EDİLDİ”

“HALK SAĞLIĞI  YANLIŞ POLİTİKALARA  KURBAN EDİLDİ”

Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Yönetim Kurulu, ülke çapında son haftalarda yaygın olarak görülen Şarbon hastalığı ve bu konudaki denetimlerin yetersizliği konusunda uzunca bir bilgilendirme açıklaması gönderdi. ADD’nin bu önemli konudaki açıklaması şöyle:

“Bilindiği gibi 26 Ağustos 2018 tarihinde Et ve Süt Kurumu tarafından Brezilya’dan ithal edilen ve bir kısmı Ankara’da bulunan 146 büyükbaş hayvanda kesim esnasında şarbon tespit edildi. Ardından 31 Ağustos 2018 tarihinde Sivas’ta 3 kişi şarbon şüphesiyle tedavi edilirken, bir köy karantinaya alındı. Daha sonra 1 Eylül 2018 tarihinde İstanbul’da deri şarbonu şüphesiyle hastaneye başvurularla hastalığın tespit edilmesinin ardından karantina uygulaması başlatıldı.Son olarak 7 Eylül 2018’de Bitlis’te 81 hayvanın şarbondan telef olması olayın ciddiyetini koruduğunu gösterdi.

Böylece hem yurtdışından ithalatın hem de yurt içi hayvan hareketliliğinin arttığı kurban bayramı gibi dönemlerde, hayvan sağlığı ve gıda güvenliğini kapsayan uygulamalardaki zaafların halk sağlığı için oluşturduğu tehlike gittikçe daha net görülmektedir.

Türkiye hayvancılık sektörünün karşı karşıya olduğu sorunlar yıllardır katlamalı bir şekilde günümüze kadar gelmiş ve şarbon hastalığı nedeniyle gün yüzüne çıkmıştır. Cumhuriyet boyunca sağlanan gelişmelere karşı özellikle örgütlenme alanında yaşanan boşluklar, sınırların kontrol altına alınamaması, etkin bir hayvan hastalık kontrol sisteminin kurulamaması (var olan sistem 1980 sonrası lağvedilmiştir), IMF ve Dünya Bankasının dayatmalarıyla yanlış et ithalatı yapılması ve bu tür ürünlerin stratejik ürünler olarak görülmemesi nedeniyle hayvancılık sektörü deyim yerindeyse katledilmiştir. 1996’dan sonra İngiltere’de ortaya çıkıp Avrupa ülkeleri ile ABD’yi etkileyen deli inek hastalığı nedeniyle zorunlu olarak kesintiye uğratılan et ithalatı, 2009 yılında süt üreticileri bilinçli olarak zarar ettirilip besilik dana üreten ve süt verimi yüksek yaklaşık bir milyon inek mezbahada kestirilince 2010 yılında kırmızı et eksiği kendini hissettirmiş ve fiyatlar zorunlu olarak artmış, böylece bu tarihten itibaren yurtdışından canlı hayvan ve et ithalatı yeniden başlatılmıştır. Hatta Cumhuriyet tarihinde ilk kez halkımız kendini “İslamiyetin bekçisi” olarak ifade eden bir iktidar zamanında kurbanlıklarını ithal hayvanlardan karşılamak zorunda bırakılmıştır. 

DENETİMLER YETERSİZ

Yetkili makamların verilerine göre Türkiye’de sadece kurban bayramında kesilen hayvanlar yıllık kesilen toplam hayvan sayısının yaklaşık %30’unu oluşturmaktadır.Yani sadece kurban bayramında yüksek sayıda hayvanın nakli, satışı ve kesimi çok kısa sürelerde gerçekleştirilmektedir.Tüm dönemlerde uygun önlemlerin, denetimlerin ve altyapı olanaklarının sağlanması gerekmektedir.Ancak hayvan hareketliliğinin ve kesiminin arttığı dönemlerde bu faaliyetlerin daha da yoğunlaştırılmasının zorunluluğu açıktır.Veteriner Hekim Meslek Örgütlerinin yapmış oldukları açıklamalar hayvan pazarlarında, kurbanlık satış yerlerinde ve kesim alanlarında belediyeler tarafından yeterli veteriner hekim istihdam edilmediğine işaret etmektedir.Veteriner hekim kontrollerindeki aksama; hayvan hastalıklarının yayılması, salgınların ortaya çıkması, zoonoz hastalıkların yayılmasıyla toplum sağlığının tehlikeye girmesi ve gıda güvenliğinin ortadan kalkması gibi sonuçlar doğurmaktadır.

Mevcut iktidar zamanında daha sık görülen ve halk sağlığını da tehlikeye atan bu türden zoonoz nitelikli hayvan hastalıklarının yaygınlaşmasının nedeni yine bu iktidar tarafından 10.07.2004 tarihli 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Yasası ve 3.7.2005 tarihli 5393 sayılı Belediye Yasasıdır. Bu yasalarla veteriner hekimlerin Belediyelerdeki konumu tartışılır bir hale getirilmiş ve mevcut olanları da iş yapamaz hale getirilmiştir. Halbuki merkezi bürokratik anlayış ve işleyişin var olduğu günümüzde, hizmetlerin etkinliği ve verimliliği yönünden belediyelere büyük görev düşmektedir. Öncelikle halkın sağlığına yönelik hayvansal gıda kaynaklı hastalıklarla, zoonoz hastalıkların önlenmesine ilişkin görevler 1930 yılında çıkartılan 1580 sayılı Belediyeler Yasası ile veteriner hekimlere verilmiştir. 1580 sayılı yasa veteriner hizmetlerinin nasıl yürütüleceği ile veteriner hekimin belediyelerdeki konumunu açıkça belirtmektedir. Belediyelerde görevli veteriner hekimler, gıda işlerinin kontrolü, et muayenesi, kuduz mücadelesi, şarbon gibi veteriner halk sağlığı konularında ağırlıklı olarak çalışmışlardır. Mevcut iktidarın bunun yerine getirmiş olduğu denetim Cumhuriyet döneminin de gerisine düşmüştür.

CANLI HAYVAN VE ET İTHALATINDA YANLIŞ UYGULAMALAR 

Şarbon vakaları bu yıl Et ve Süt Kurumu tarafından ithal edilen sığırlarda tespit edilmiştir.Daha önce de Polonya’dan ithal edilen etlerde Deli İnek hastalığına yol açan etken tespit edilmişti. Bu vakalar canlı hayvan ve et ithalatı sırasında yurt dışı ve içinde gerekli denetimlerin uygulanmadığını açıkça göstermektedir. Üstelik özel sektörün isteğine uyarak 26 Nisan 2018 tarihinde yayımlanan bir tebliğ ile ithal edilecek hayvanların seçiminde görev alması gereken uzman seçim heyeti de kaldırılmıştır. Bu tarihe kadar canlı hayvan ithalatında kontrol belgesi almak için aranan koşullar arasında “ İthal edilecek damızlık, kasaplık, besilik büyükbaş ve küçükbaş hayvanların seçimi, Bakanlıkça görevlendirilecek veteriner hekimlerden veya veteriner hekim ile ziraat mühendisinden (zooteknist) oluşan en az iki kişilik seçim heyeti tarafından ihracatçı ülkede yapılır.” maddesi yer alırken yeni düzenlemede “26/04/2018 tarhinden itibaren besilik ve kesimlik sığırların ithalatında seçim heyeti görevlendirilmeyecektir. Bu sebeple veteriner sınır kontrol noktası

müdürlükleri tarafından gümrük kontrollerinde seçim heyeti görev oluru ve seçim heyet liste tutanakları aranmayacaktır” ifadelerine yer verildi. Uzmanların tamamen devreden çıkmasıyla canlı hayvan seçiminde tüm yetkiler özel sektörün vicdanına bırakılmış ve denetim olanakları zayıflatılarak halk sağlığı açıkça “Allaha emanet” edilmiştir.Halk sağlığının kamusal bir hak olduğu göz ardı edilmiş, her şeyde olduğu gibi serbest piyasanın insafına terkedilmiştir.

TÜRKİYE, CUMHURİYET TARİHİNİN EN KÖTÜ YÖNETİMİYLE KARŞI KARŞIYADIR 

Bir ülke düşünün ki 1982 yılına kadar bütün dünyaya canlı hayvan ve hayvan ürünleri dışsatımı yaparken sadece 3 yıl içerisinde hayvan ve hayvansal ürün ithalatçısı haline getirildi. 1985’den 1996’ya kadar gümrük kapıları sonuna kadar açıldı,  üstüne üstlük hayvan ithal eden kişilere teşvikler ve sıfır faizli krediler verildi. Böylece kendi halkını besleyemez hale geldi.Geri kalmış ülkelere özgü hastalıklar hem hayvanlarını hem insanlarını tehdit ediyor. Yapılan en ciddi uyarılar kara mizah örneği; kene sorununda “pantolon paçalarınızı çorabınızın içine sokun”, kuş grinde “kuş gördüğünüzde hemen kaçın” ve son olarak şarbon olayında “et alırken kasabınıza hayvanın hasta olup olmadığını sorun” oluyor. 

SORUN: ULUSAL GÜVENLİK SORUNUDUR. 

Özellikle İkinci Dünya Savaşından sonra gıda stratejik bir silah olarak ele alındı.Artık günümüzde ülkeler topla, tüfekle, silahla fethedilmiyor.Etki altına alınıyor ve sömürülüyor.Sağlıklı beslenemeyen toplumlar her zaman etki altına alınmaya mahkûmdur. Hiçbir zaman ot yiyen et yiyene üstünlük sağlayamamıştır. Toplumların bugün hayvansal proteinlere karşı duyduğu ihtiyaç reddedilemez bir gerçektir.Ayrıca hayvansal proteinlerin yerini bitkisel olanların da alamadığı bilimsel olarak ortaya konulmuştur.Bulgur, patates gibi nişastalı ürünler kas gücünü, hayvansal ürünlerse beyin ve zekâ gücünü artırır. Bu nedenle zeki insanlar fiziksel gücü yerinde ama zekâsı kıt olan insanları hep idare etmişlerdir.En büyük güç zekâdır.Et fiyatlarındaki suni artış ise tamamen ithalata zemin hazırlamaktır. Pek yakın gelecekte petrol savaşlarının yerini gıda savaşlarının alacağı çok iyi biliniyorken, bu kadar yanlışın yapılması artık gerçekten cahillikle bile açıklanamaz hale gelmiş ve iyi niyetli olmaktan çıkmıştır. Sorun halkın sağlıklı, huzurlu ve refah içinde yaşaması ve Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği haline gelmiştir.

HAYVANCILIK DOĞRU POLİTİKALARLA KALKINABİLİR 

Türkiye, mevcut sosyo-ekonomik ve coğrafi yapısıyla her türlü hayvansal üretime uygun ve çok önemli bir potansiyele sahiptir.Ancak, ülkenin sahip olduğu bu potansiyel yanlış planlama ve uygulamalar sonucu akılcı ve verimli bir biçimde kullanılamamaktadır. Türkiye İstatistik Kurumunun verilerine göre, Türkiye’de 1927 yılında nüfusun yüzde 75,8’i köy ve beldelerde yaşarken, 2011 yılına gelindiğinde bu oran, yüzde 28,6’a geriledi. Dünya Gıda ve Tarım Örgütüne göre Türkiye, son 10 yılda, 218 ülke içinde, toplam kırsal nüfus kaybında dünyada 9’ncu, kırsal nüfus oranı azalmasında 27’nci oldu. O zaman tarlaları,

bahçeleri kim ekecek, biçecek; ineği, koyunu kim yetiştirecek, eti/sütü acaba kim üretecektir?

Hayvancılık sektörü, devlete yıllardır başlı başına bir sektör olarak değil, bir yan iş kolu olarak tanıtılmıştır.Yönetime egemen olan anlayış, devleti bu şekilde yönlendirmiştir.Hâlbuki gelişmeyen hayvancılık sektörü, diğer birçok sektörün gelişmemesine de neden olmuştur.Ülkenin kırsal kalkınması ancak ulusal hayvancılık politikası oluşturulması ve uygulanması ile mümkündür. Güneydoğudaki terörü besleyen ve köyden kente göçü teşvik eden işsizlik sorunu da böylece ortadan kalkacaktır. Hayvancılık sektörü, kendi üretim yönü dışında birçok sektöre hammadde sağlayan sürükleyici ve istihdam yaratıcı bir sektördür.

Günümüzde Türkiye’de yaşayan nüfusun kırmızı et ihtiyacının % 50’sinin kaçak kesim veya artık kevgire dönen sınırlarımızdan yurda kaçak olarak getirilen canlı hayvan veya etlerden karşılandığı artık hükümet kayıtlarına da girmiştir. Ayrıca dana eti fiyatlarının biraz da artması nedeniyle insanlara at ve eşek eti de yedirilmeye başlandı. Hâlbuki Cumhuriyet döneminin ilk yıllarından itibaren uygulanan doğru politikalarla Türkiye canlı hayvan ve et ihracatında önemli bir konuma gelmişti. Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinin 1982 yılında Türkiye’den talep ettikleri canlı hayvan ve et yaklaşık 600 milyon dolar tutarındaydı. Genel dışsatımımız 6 milyar dolar ve bunun dışsatım içindeki payı % 8,2 olmuştur.Bu değerler önemli bir gelişmeyi belirtmekle Türkiye ekonomisi açısından sağlıklı bir gelişmeyi simgelemektedir.Çünkü Türkiye hayvancılığı dışa bağımlı olmayan en önemli öz kaynaklarımızdan birisiydi. 24 Ocak 1980 Ekonomik istikrar (sızlık)  paketinin yürürlüğe girmesine kadar sürekli bir gelişme ve büyüme eğiliminde olan hayvancılığımız bu olumlu noktaya nasıl mı geldi? Tabii ki Uluslararası Cenevre anlaşmasıyla birlikte kurduğu örgütlenme modeliyle. 1936 yılında imzalanan ve 1937 yılında Bakanlar Kurulunca onaylanan Uluslararası Cenevre Antlaşması ve aynı yıl çıkarılan 3243 sayılı yasanın 2. ve 3. maddeleri dikkate alınarak yürürlüğe konulan 3203 sayılı yasayla tarımsal uygulamalar sektörel bazda örgütlenmiştir. Ulu önder Atatürk’ün 1938 yılında aramızdan ayrılışına kadar, ülkemizde bitkisel ve hayvansal üretimde önemli gelişmelerin sağlanması sektörel örgütlenmenin sonucu olarak değerlendirilmelidir. Ancak, 1950 yılı ve onu izleyen dönemlerde, bitkisel üretime ağırlık veren politikalarla birlikte, Türkiye Birinci İktisat Kongresinde alınan kararlardan belirli ödünlerin verildiği, hayvansal üretimin gerilemesine neden olacak politikaların uygulandığı dönem başlamıştır. 

Mevcut iktidar işbaşına geldiği dönemden itibaren yetersiz de olsa hayvancılığa en fazla maddi yardımı yaptığıyla haklı olarak övünmektedir.Yapılan desteklerin tümünün doğrudan üreticiye yansıyıp yansımadığı ve aslan payını aracıların alıp almadığı bilinmemekle beraber hayvancılığa sadece maddi destek yapmak yeterli mi?Bu soruya hiç kimse olumlu yanıt veremez.Çünkü hayvan hastalıklarıyla mücadele etmeden hayvansal üretimin artırılamayacağı açıktır. Siz ne kadar üretirseniz üretin eğer ülkenizde doğru bir teşkilatlanma yapısıyla hayvan hastalıklarının önüne geçemiyorsanız bunları ihraç edemez ve ekonomiye yönelik bir katkı sağlayamazsınız. Üstüne üstlük ürettiğinizi de gömmek zorunda kalır ve yapmış olduğunuz tüm emekleriniz ve masraflarınız boşa gitmiş olur. Bu nedenle sistem doğru bir şekilde yeniden organize edilmeli ve etkinliği arttırılmalıdır. Hayvancılık sektöründe yapısal bozuklukları giderecek, sektörün potansiyelini harekete geçirecek, kamuda ve özel kesimde yeni örgüt model ve yapılanmalarına gitmek 21.yüzyılda uygar bir ulus olmanın da gereğidir. Demek ki uygarlık yolunda daha çok ekmek yememiz lazım.Mevcut yapı ne yazık ki Atatürk’ün zamanında uygulanan modelin oldukça gerisi düşmüştür.

SONUÇ

Türkiye Cumhuriyeti, tarım ve hayvancılık sektörünün sorunlarını bilen, bu konularda yeterince bilgi birikimine sahip olan, her çeşitten sorunların aşılmasına yönelik çoğulcu çözümler üretebilen, bilgili, deneyimli ve geniş ufuklu kadrolara sahiptir. Yapılması gereken tek şey bunlara yeterince fırsat tanınması, sadakat ve biata dayalı atamalar yerine liyakat esaslı kadroların işbaşına geçirilmesidir. İdeolojik ve şahsi politikalardan uzak, sürekli olarak ülke çıkarlarımızı ve kitlesel dayanışmamızı hedefleyen çoğulcu yaklaşımlar benimsenirse o zaman “yerli ve milli” olunacağına ve tüm sorunların çözüleceğine inanıyor, kamuoyuna saygılarımızı sunuyoruz.” 

Beğendim 0 Muhteşem 0 Haha 0 İnanılmaz 0 Üzgün 0 Kızgın 0

BU HABERİ OKUYANLAR BUNLARI DA OKUDU

Site en altı
yukarı çık