Tek adam rejiminin ülkeyi getirmiş olduğu ekonomik, sosyal ve hukuksal tablo ortada; uzun uzun anlatmaya gerek olmayacak kadar herkesçe, pek çok yönüyle görülüyor, yaşanıyor.
31 Mart seçimleriyle birlikte, AKP’nin artık ülkeyi yönetemez hale geldiği ve ipleri elinden kaçırmaya başladığı da anlaşıldı. Vatandaşlar artık harekete geçti ve Erdoğan artık kimseleri kandıramaz hale geldi. Seçimin üzerinden 5 ay geçtikten sonra yapılan anketler ise, makasın iyice açıldığını, olası bir erken seçimde CHP’nin tek başına AKP’den 6-7 puan önde olduğunu ortaya koyuyor.
Öte yandan, AKP, hukuk devleti gereklerinin bir kısmını yerine getirerek halka daha düzgün bir profil verebilmek için, en açık örneği Sinan Ateş cinayetiyle ilgili gelişmeler nedeniyle, şimdiye kadar çoğunluğu sağlamak için Cumhur İttifakı çerçevesinde birlikte olduğu MHP’ye ihtiyaç duymaktan vazgeçmeye çalışıyor. Bunu yapabilmek için özellikle İYİ Parti ve Gelecek Partisi gibi hala muhalefet cephesinde olan partilerden yapacağı transferlerle MHP’ye ihtiyaç duymaktan kurtulmayı yine de başaramıyor. İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’i halletti, ama Akşener’den umduğu kadar yararlanamadı. O artık tam bir siyasi mevta durumunda. Vatandaş artık neyin ne olduğunu görüyor ve oyunlara gelmiyor.
Öte yandan siyaset kurmadaki becerisi ispatlanmış bir figür olarak Erdoğan, kolay kolay teslim olmayacaktır. Sağ cenahta ipliği iyice ortaya dökülen MHP’ye muhtaç olmama manevralarını sürdürürken, burdan istediği sonucu alamadığı ve muhtemelen bundan sonra da alamayacağı açık.
Öte yandan dinmeyen enflasyon, sermayenin açıktan kayırılması, hukuksuzluklar, sığınmacı politikasının yarattığı büyük sorunlar, emeklilerin içine itildiği ölüm çukuru, emekçilerin maaşlarının enflasyon karşısında sürekli eriyerek açlık sınırının altına düşen maaşları, destekleme alımları tamamen kaldırıldığı ya da hep bilinçli olarak maliyetlerin altında belirlendiği için üretici köylünün malının elinde kalmaya devam ettiği, artan girdi maliyetlerini bu kaçıncı kez bu hükümet politikalarıyla aşamayacağını anlayan üretici köylülerin üretimden kopmaya devam ettiği, her gün bir başka yerde meydana gelen protesto eylemleriyle iyice ayyuka çıktı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan geçen hafta çıkarttığı bir kararnameyle, üst üste iki yıl üretici tarafından ekilmeyen tarlaların, köylünün istemi dışında devlet tarafından kiraya verilmesini kararlaştırarak, sürekli zarar ettiği için ekim yapmayan çiftçiyi cezalandırmaya kalkması, ipleri iyice gerecek ve muhtemelen daha büyük çiftçi protestoları artacaktır. Öte yandan sendikalar da son zamanlarda sahaya inmeye ve yürütülen ekonomi politikalarına karşı grev silahını kullanacaklarını açıklamaya başladılar.
Yani Türkiye, kaçınılmaz bir erken seçim sürecine yuvarlanmaktadır.
Bu koşullarda Erdoğan’ın elinde, muhtemel bir erken seçim için başvurabileceği en büyük siyasi manevra alanı CHP’yi bölmeye çalışmak olacaktır. Zaten şimdiden bunun manevralarına da girişmiş durumda.
CHP’nin ise, bir erken seçimde iktidara gelecek parti olduğu görüldüğünden, onyıllardır iktidar görmeyen parti gövdesindeki pek çok unsur, ‘iktidarın nimetlerinden faydalanmak için’ şimdiden hareketlenmiştir.
CHP, bu nedenle, birçok konudaki tartışmanın harlanmasına hazırdır; hem de başta Erdoğan olmak üzere, ülkenin hakim siyasi ve ekonomik güçleri böyle bir tartışmanın CHP’yi güçsüz düşürmesi, hatta olanak bulabilirlerse bölünmesini sağlamak için şu anda göremediğimiz pek çok manevrayla, bunu sağlamaya çalışmaktadır. CHP’nin içinden ve dışından..
Bu düzlemde, pek çok başka örnek de söylenebilir, ama son günlerde gündemde tartışılan üç-dört olayı hatırlatmak isterim.
Biri, yine bir CHP’li gazeteci-siyasetçi Barış Yarkadaş’ın ortaya attığı, İzmir eski Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer’in genel başkan ve Cumhurbaşkanı olmak istediğini iddia etmesidir. Tunç Soyer ise, ‘ben de sizlerden duydum, benim hiç böyle bir talebim olmadı’ demiştir.
Bir başkası, CHP Genel Başkanı Özgür Özel, ne kadar bilinçli yaptı bilmiyorum ama, bana göre çok saçma bir tartışmaya fırsat verdi. CHP’nin 6 okundan ‘devletçilik oku’nun rengini değiştirmeyi düşündüklerini söyledi.
CHP’nin İstanbul’daki bir toplantısında, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, ‘CHP değişecek, Türkiye değişecek’ diye bir slogan ortaya attı. Aynı günlerde İmamoğlu, CHP eski Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nu Ankara’daki evinde ziyaret etti ve 1,5 saat görüştü.
Özgür Özel’in yürüttüğü ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun açıkça karşı çıktığı ‘normalleşme’ söylemleriyle Cumhurbaşkanı Erdoğan’la görüşme ‘açılımı’nın beklenen meyveleri vermediği, MHP’nin direnci nedeniyle yapılamadı denmesine karşın, Sinan Ateş davasının hala baskılandığı ve Can Atalay’ın hala serbest kalamaması gibi olaylar, herkesin gördüğü ve bildiği olaylar.
CHP, muhtemel bir erken seçimde iktidar partisi adayı iken, hala bu ‘anlamsız’ tartışmaların tuzağında gibi görünüyor.
Öte yandan, CHP’nin altı oku’nun anlamı, hala kavranmış değil. Altı ok’un temsil ettiği, “cumhuriyetçilik, halkçılık, milliyetçilik, laiklik, devletçilik, devrimcilik” ilkeleri, kuşkusuz, Türkiye’nin sosyo ekonomik bir tahlili ve yol göstericiliği anlamında bir bütündür. Oysa bunların hepsi, 1980 12 Eylül darbesi sonrası bir dizi darbe almıştır.
Türkiye 12 Eylül’den bu yana liberal ekonominin saltanatının sürdüğü bir ülke konumundadır. Bütün dünyada bile çıkmazı anlaşılarak terkedilmesine karşın liberal iktisat politikası en dizginsizce ülkemizde sürdürülmekte, bütün sosyal devlet araçları yok edilmektedir. Açıktır ki, CHP’nin içinde de pek çok liberal düşünceye teslim olmuş anlayış sahipleri vardır.
Ve şimdi, hepsi de büyük darbeler almış bu oklardan özellikle ‘Devletçilik’ okunun, ‘CHP değişecek, Türkiye değişecek’ söyleminin hedefinde olduğu açıktır. Çünkü devletçilik oku, liberal ekonomi anlayışının dışındadır, klasik deyişiyle, karma ekonomi politikalarının savunulduğu bir oktur.
Eğitim, sağlık, enerji, savunma sanayi vb. gibi ülkenin temel meselelerinde özelleştirmeye karşıdır. Okullar, hastaneler, Enerji üreten kurumlar, suyun kullanımı gibi her alan, ticari alan olarak görülmez. “Eğitimde fırsat eşitliği” ilkesi de zaten ancak böyle sağlanabilir. Ülkemizi getirdikleri durumda ailelerin çocuklarına ücretsiz eğitim sağlayabilmeleri mümkün değildir. Özel okul ve üniversitelere ise normal bir aile çocuklarını gönderemez. Dolayısıyla eğitimde fırsat eşitliği bitmiştir. Sağlık alanına para girince neler olduğunu hepimiz gördük. Paran yoksa tedavi olmak, ameliyat olmak büyük ölçüde mümkün değil. Ülkemizin bütün bölgelerinin enerji dağıtım firmalarına peşkeş çekilmesinin acılarını her ay gelen elektrik faturalarıyla hep birlikte yaşıyoruz.
CHP’nin bir tüzük kurultayından çok bir program kurultayına ihtiyacı vardır.
Bu günkü iktisadi koşullarda, tüm emperyalist merkezler bile temel sanayi alanlarında merkantilist politikalarla devletçiliği sürdürüyor. Ama bizde satılmayan neredeyse hiçbir şey yok. Yollarımızda bile ‘parayı vermezsen geçemezsin’ politikası yürütülüyor.
CHP, bu iktisadi koşullarda mutlaka devletçilik okunu harekete geçirmelidir. Öyle rengini değiştirmekle, yok ‘CHP değişecek’ sloganlarıyla en azgın liberalizmin en azgın uygulayıcısı Erdoğan’a koz vermek yerine, ‘biz iktidara geldiğimizde eğitim, sağlık ve enerji gibi en temel alanlarda özelleştirmeye son vereceğiz’ diyebilmelidir. Ama maalesef, bir-iki küçük çıkış dışında söylenmiyor.
CHP bunları yapmadan, hasbelkader iktidar olsa bile, altı oku savunanlarla, ülkeyi varolduğu şekilde yönetmeye çalışanlar arasında bir hesaplaşmaya mahkumdur.
Birincisini savunanlar özlediğimiz Türkiye’nin yolunu açacak, diğerleri ise her alandaki mevcut laçkalaşmış politikaları sözde ‘onararak’ sürdürerek, on yıllarca iktidar olamamanın getirdiği ‘açlıkla’, mevcut yöneticiler yerine kendileri ‘pay kapmaya’ çalışmakla kalacaktır.
Tehlike büyüktür!
CHP, parti içi çekişmeleri bırakarak, hala programında duran 6 okun gereklerini yerine getirmek zorundadır.