YAZARLARIN SORUNLARI VE SORUM(LULUK)LARI.. Abdullah GÜRGÜN yazdı..

Aziz Nesin tam otuz yıl önce 6 Temmuz 1995, İlhan Selçuk da 21 Haziran 2010  tarihinde aramızdan ayrıldı.  Aziz Nesin’in dinlediğim, konuşmalarını, izlediğim konferanslarını ve yaptığımız radyo ve televizyon söyleşilerini Aziz Nesin ve İsveç Serüveni isimli kitabımda toplamıştım. Bu kitapta yazarların sorunlarını ve sorum(luluk)larını anlatan bir bölüm var. Çok değerli bir diğer yazarımız İlhan Selçuk’un görüşlerini de bu bölümde paylaşmıştım. Her iki yazarımızı saygı sevgi ve özlemle anıyorum.

YAZARLARIN SORUNLARI VE SORUM(LULUK)LARI..    Abdullah GÜRGÜN yazdı..


     1987 yılının 11 Ekim günü, Kavram Yayınevi İstanbul’da Kartal Belediye Sineması’nda bir Edebiyat Günü düzenledi.

     Bu toplantıya Aziz Nesin, İlhan Selçuk, Hasan Kıyafet, Bilgin Adalı, Atilla Birkiye, konuşmalarıyla; Şükran Kurdakul, Kemal Özer, Sennur Sezer, Eray Cansever, Hüseyin Haydar şiirleriyle katıldılar.

     Mükemmel bir etkinlik olmuştu. Konuşmaların konusu, yazarın sorun ve sorumları idi.

     Konuşmacılar, yazarların sorunlarını ve sorumlarını irdelediler. Aziz Nesin dışında tümü oldukça ciddi, hatta zaman zaman hiddetli ve acıklı konuştular. Düzenin bozuk yanlarını gözler önüne serdiler.

     Hasan Kıyafet, yazarlara yönelik tehdit, baskı ve yıldırma çabalarına dikkat çekti. Yazarın her şeye karşın kalemini cesaretle kullanması gerektiğini vurguladı.

     Bilgin Adalı yazarları, devekuşları ve Don Kişot’lar olarak ikiye ayırdığı konuşmasında, ülkemizde devekuşu yazarların başarılı olduklarını, diğerlerinin ise başlarının dertten kurtulmadığını işledi.

     Atilla Birkiye yasa maddelerinden, kağıdın karaborsa olmasına, bazı yazarların ve yazar örgütlerinin kayırılıp diğerlerinin dışlandığına dek geniş bir sorunlar resmi çizdi. Özellikle, toplumcu, ilerici yurtsever yazarlara baskı vurgusu yaptı. Ancak halkını aydınlatma sorumluluğu taşıyan yazarların yılmadığının altını çizdi.

     İlhan Selçuk o tatlı sesi ve güzel Türkçesiyle yazarların, yazar ve insan olarak sorumluluklarını açıkladı.

     Aziz Nesin, yine milleti gülerek ağlattı. Ağlanacak halimize kahkahalar attırdı.

Kitabıma Aziz Nesin’in konuşmasıyla birlikte, Milaslı yerdeşim İlhan Selçuk’un konuşmasını da koyuyorum.

 

AZİZ NESİN: Halkıma olan borcumu ödeyemem

 

Merhaba!

     Ben Çatalca’da oturuyorum ve İstanbul’a çok az iniyorum. Çatalca’dan İstanbul’a iletişimim telefonla sağlanıyor. Telefonumuz da telefon ilk icat edildiği zamanki model. Manyetolu santralden konuşuyoruz. Bana buradan telefon ettiler. Fakat telefonumuz, cumartesi, pazar günleri, dinsel ve ulusal bayram günlerinde çalışmaz. Santral memuru tavla oynuyorsa arkadaşıyla, bu durumda da konuşamazsınız. Onların hepsi birden rast geldi diyelim, bu kez de bazı santral kanallarında problem vardır, hiç ses duyulmaz. Bir şans işi tamamen. Bütün bunlar denk gelirse ve ben telefonun bulunduğu odadaysam konuşabiliriz. (Gülüşmeler, alkışlar)

     Bana ulaştıklarında aramızda geçen konuşma da şöyle oldu. Açtım telefonu, karşıdan uğultular geliyor. Bağırdım, “Alooo! Alooo!”, aynı karşılığı aldım uğultularla birlikte. “Duyuyor musun? Ne diyorsun?”, “Aloo! Ben duyuyorum, sen duyuyor musun? Kimsin yaav sen? Adın ne?” filan derken, anladık ki, Kavram Kitapevi telefon ediyor. Kartal’da şu gün, şu saatte toplantıdan filan bahsediliyor, ama çok zor anlıyorum. Karmakarışık sesler geliyor. İki üç telefondan sonra gelmeye razı oldum. Fakat telefonda niçin çağırıldığımı anlayamadım.

     Eksik olmasınlar, beni aldılar, iki buçuk saatte buraya geldik. Girer girmez sordum, “Ne yapacağız?”. Konuşma konusunu bilmiyordum. Burada öğrendim ki, yazarın sorunları ve sorumlarını konuşacağız. İçim rahatladı. Çünkü bilmediğim ya da az bildiğim bir konu olabilirdi. Gerçi bilmediğim bir konu olursa da konuşmak çok rahattır. İnsanlar bilmediği konularda da çok rahat konuşurlar. (Gülüşmeler)

     Fakat az bildiği konuda konuşmak oldukça zordur. İçinde yaşadığımız sorunlar olursa, o zaman gene oldukça kolay konuşabiliriz.

     Yazarın sorunları, bizim kendi öz sorunlarımız. Yazarın sorumları da yıllardan beri taşımakta olduğumuz yükümlülükler. Bunları anlatabilirim. Fakat anlatmak pek istemiyorum. Çünkü yalnız yazarın sorunlarının bir bölümünü özet olarak anlatmaya kalksam, yirmi dört saatinizi almam gerekir. Sorumluluğu anlatsam yine öyle. O zaman bazı parçalar, bölümler vermek istiyorum.

     Yazarın sorunları elbet onları ilgilendiriyor. Yazarın sorunları, aslında Türk insanının sorunlarından, Türk aydınının sorunlarından soyutlanamaz. Onlar ayrı bir sorun değil. Özellikleri var tabi. Kağıt sorunu, kitapların fiyatları, asgari ücret alan ücretli bir işçinin ya da dar gelirlinin kitap alamayacağı gibi... Ama asıl sorun bu değil. Asıl sorun temelde, yazarın özgürlüklerini dalavereci yollarla nasıl sınırlandırdıklarıdır. Örneğin, örgütlenme sorunudur. Bizim bugün çektiğimiz sıkıntıların başında, bütün Türk insanının çektiği sıkıntılarla birlikte aynı düzeyde örgütlenme sorunudur.

     Biz, Türkiye Yazarlar Sendikası olarak bütün bu engelleri aşa aşa, aralarından sıyrıla sıyrıla, uzun davalar, mahkemelerden sonra sendikayı kurduk. Fakat şimdi gördük ki, sendikanın işlememesi için her türlü yasal engel konmuş. Öyle engeller var ki, sendikanın işletilmesi hemen hemen mucize.

        Ben asıl yazarın sorumluluğunu anlatmak istiyorum, sorunlarından çok. Genel sorunların dışındaki özel sorunlar, sorumluluk kadar herkesi ilgilendirmiyor. Yazarın sorumluluğu da genel aydın sorumluluğundan uzak ve ayrı değil. Soyutlanmış değil.

     Yazarın sorumluluğu nedir? Aydının sorumluluğu neyse onun bir basamak daha önünde gider. Nedeni ise sanatının en belirgin olanı yazındır, edebiyattır. Türk hükümeti başka hükümetlerle kültür ilişkileri kurar. Kültür ilişkileri yazılı olarak konur ortaya. Bizim sanatçılar gider, oradaki sanatçılar buraya gelir. Sanatçı değiş tokuşu yani.  Fakat yazarı, resmen hükümet göndermez. Ama bunun karşılığında bale sanatçıları, ressamlar, müzisyenler, çalgıcılar ve şarkıcılar gider. Çünkü batı müziği konseri verirken ya da şarkı söylerken, bale yaparken, dans ederken hükümete muhalif mi değil mi belli olmaz ki. (Alkışlar)

     Bunun için hükümet onları rahat gönderir . (Alkışlar)
     Yazarlarla iktidarların arası iyi değildir. Türkiye’de hiçbir zaman iyi olmamıştır.

     Neden hükümetlerle yazarların arası iyi olmamıştır? Yazar, yazıyla, ortaya koyduğu yapıtla, kendisini değiştirmekten başlayarak çevresini, ortamını, halkını, bölgesini ve dünyayı sürekli değiştirmek isteyen; ama edebiyatla değiştirilemediği için okurlarına bu değiştirme isteğini veren insandır. Demek ki, yazar – ne yazarsa yazsın- önce bir değiştirme isteği içindedir. Yazar, içinde bulunduğu durumdan memnun olmadığı için değiştirme isteğindedir. Aslında hiçbir insan memnun değildir. Ama iktidarlar bunun dile getirilmesinden hoşlanmaz. Çünkü öyle olduğu zaman iktidarda kalabilirler, yoksa değişeceklerdir.  Dünyadan, halkından, durumdan, statükodan, hükümetlerden memnun olan adam, yazar olamaz. Onlar birtakım iktidar gazetelerinin başyazarları, köşe yazarları olabilirler. (Alkışlar)

     Buna karşılık bazı hükümetler kültür alışverişinde kendi yazarlarını da gönderirler.

     Yazarın sorumluluklarından biri ki, hakları ve görevleriyle sınırlanmıştır, değişimdir. Değişim sağlamaktır.

     Devrimci, ilerici yazarlar tarihin gidişi doğrultusunda durumu değiştirmek isterler. Ama yazıyla durum değişmez. Toplumsal yapının değişmesi mümkün değildir. Ne yapar yazar? Okurlarına kendilerini değiştirmeye yönelik istemler ve dilekler verir. Bir kitabı okuduğumuz zaman bazı şeylerin değişmesini istiyorsak okur olarak, işte o iyi kitaptır. İleriye doğru değişmesini istiyorsak, o da ilerici ve devrimci bir kitaptır.

     Bizde “Devlet Sanatçısı” diye bir kavram yaratıldı biliyorsunuz. Devlet sanatçıları bir payedir tabi, birçok ülkede var. Bir insanın devlet sanatçısı olması gerçekten onur verici bir olaydır. Ama kim veriyor size o payeyi? O payeyi veren insan ya da kurum sanattan anlamıyorsa, onların verdiği onur onursuzluk sayılır. (Alkışlar)

     Diyelim ki iktidar kadrosu bir sanatçıya “Devlet sanatçısı” payesi verdi. Bunu veren kimse, Avrupa’ya gittiği zaman hiçbir müzeyi gezmiyorsa; ama o büyük mağazaları dolduruyorsa, nerede ucuzluk var oralara koşuyorsa, evinde bir tablo yoksa, bir plak dinlemiyorsa, kitaplar ciltli, süs olarak kullanılıyorsa bunların verdiği onurdan ne çıkar. Bir şey çıkmaz.

     Bir bakalım kimlere devlet sanatçısı ünvanı vermişler. Alaturka şarkıcılar, ressamlar, kompozitörler, dansçılar... Bir tane yazar yoktur. Yazarız diye kendimizi övmenin gereği yok. Ama ortada olan bir gerçek var ki, Türkiye’nin en övünülecek sanatı edebiyatıdır. Böyle olduğu halde Türk edebiyatından hiç kimse devlet sanatçısı payesini almamıştır. Bana öyle geliyor ki, buna gerçekten layık olanlara zaten o payeyi vermeye cesaret edemezler. Çünkü hiçbiri almaz. Gerçek bir Türk yazarının, devlet sanatçısı payesini alacağını ben hiç sanmıyorum. O devleti temsil eden insanlar, bu onuru verecek yer olmalıdır ki, bunu almaktan da insanlar onur duyabilsinler. (Alkışlar)

     Yazarın sorumlulukları çok. Onları uzun uzun anlatmak istemiyorum. Ama bir tanesi çok önemli ve üzerinde çok durulan bir sorumluluktur.

     Derler ki, Türkiye’de her şey bol. Et bol, peynir bol, süt bol, kendi kendine yetecek kadar tarım ürünleri var. Hemen hemen her şeyde yalan söyledikleri gibi bunda da yalan söylüyorlar.

     Diyelim ki, şeftali... Şeftali pazarlarda, çarşılarda bol. Her vatandaş birer şeftali yese, hiç kimseye şeftali kalmaz. Bir aydın aydın olmuşsa, ben kendi adıma konuşuyorum, bana eğer aydın deniyorsa, elbette ki deniyor, alçak gönüllülüğe gerek yok, Türkiye ölçülerinde bir aydınız.(Alkışlar) 

     Aydın olma durumumuzu neye borçluyuz? Şeftali yiyenler yemeyenlere borçlu olduğu gibi, biz de okumayanlara borçluyuz. Bir sürü insan okuyamadı. Bir sürü insan kitap bulamadı. Onların haklarını alarak biz aydın olduk. (Alkışlar)

     Askeri okulda, parasız yatılı okullarda okuduğum için çocukluğumdan beri düşünmüşümdür: “Beni kim okutuyor? Bana kim yediriyor?” Çünkü her zaman, Türkiye’nin ortalama toplumsal yaşamından üstün yaşadım ben. Çok yoksul bir ailenin çocuğu olduğum halde, çok iyi yaşadım. Çok iyi yemek yedim. Spor yaptım. Her şeyi yaptım. O zaman bize şunu öğretiyorlardı; devlet veriyor bize, devlete borçluyuz. Tabi bu sahteciliğe, çocuk kafamızla uzun zaman inandık. Sonra düşündük ki, devlet kim, devlet ne? Devlet diye bir şey yok aslında. Devlet, devleti temsil eden kurumların içindeki kişiler. Ama devlet soyut bir kavram. O zaman beni kim besliyor? Ben kime borçluyum? Bunu simgeleyen insanlara mı borçluyum? Başbakana, cumhurbaşkanına, bakanlara mı borçluyum? Böyle bir sorun çıkıyor. Tabi anladık ki, vergi ödeyen ama kendi köyünde okulu olmayan ya da okulu kötü olan, öğretmen sayısı az olan okulların, çocukların haklarını yiyerek, içerek aydın oluyoruz.
     Toplumsal bir borçlanma duygusuna varmamız gerekiyor. Ben bu borcu çok derinden duyuyorum. Bütün yaptığım işler, resim çalışmalarım, politikadan hiç hoşlanmadığım halde politikanın içine girmiş olmam, aktif bir işlev almış olmam, hepsi buradan geliyor.

     Ben Türk halkına kendimi borçlu hissetmekteyim. Ve her aydından kendini böyle borçlu duymasını bekliyorum.    
     Aydının, birinci sorumluluğu borçlu olduğunu duymaktır. Bu borç da ödenmesi mümkün olmayan bir borçtur.

     Ben burada yazarın sorumluluklarından iki tanesini dile getirmek istedim. Birincisi, kendisini  ve çevresini değiştirme isteği taşıyarak okurda toplumsal yapıyı değiştirme istemi yaratmaktır. İkincisi ise halkına karşı kendisini borçlu hissetmeli ve yaşamının son anına dek bu borcu ödemeye çalışmalıdır.

     Efendim, iki sorumluluk da epey zamanınızı aldı. Teşekkür ederim. (Alkışlar)
 

İLHAN SELÇUK: Yazarlarını yüceltmeyi görev edinen iktidarlar oluşmadan, yazarın da sorumluluğu bitmeyecek

    

     Efendim,

     Salona yeni girdiğim için benden önce konuşan arkadaşların neler söylediklerini bilmiyorum. Sanıyorum ki, yazarın sorunu ve sorumu üzerine konu aydınlanmış bulunuyor. Çünkü benden önce burada konuşan yazar arkadaşlarımın, konuyu bütün ayrıntılarıyla ve bütün boyutlarıyla açıklayabilecek yetkinlikte olduklarını daha önceden biliyorum. O zaman ne söylenebilir diye bir an düşündüm. 

     Yazarın sorumluluğu ile yazarın özgürlüğü bildiğiniz gibi, birbiriyle çok bağıntılı ve iç içe. Acaba Türkiye’de yazarın özgürlüğü var mı? Kuşkusuz “yazarın özgürlüğü var” denemez. Yasaklar, yasalar, yazarların sürekli olarak siyasal iktidarla didişmelerine ve kavga etmelerine yol açıyor. Gerçekte hiçbir yazar kavgacılığı kendiliğinden istemez. Çünkü yazarın doğası, amacı, özlemleri yazmaktır. Yazabildiği zaman mutludur.

     Diyelim ki, Türkiye’de antidemokratik yasalar, yazarları kısıtlıyor. Özgürlükleri kısıtlanmış yazarlar baskı altındadır. Bir ülkede, bir tek yazara bile şu veya bu şekilde baskı yöntemleri uygulandığında, o baskılar bütün yurttaşlara uygulanmış sayılır.

     Yazarın özgürlüğünü kısıtlamak diye bir sorun yoktur. Yurttaşın özgürlüğünü kısıtlamak vardır. Halk, sanatsal ürünler veren insanlarını okuma olanaklarını kullanamıyorsa, yazarla okur arasına bir duvar çekmişse siyasal iktidar, o duvar yalnız yazarı hapsetmekle kalmaz, aynı zamanda vatandaşı da hapseder. Çünkü insan hakları bildirisine göre, her yurttaş, bütün yeteneklerini istediği gibi geliştirme hakkına sahiptir. Düşünün ki, Nazım Hikmet’i okuma olanağı bulamayan bir yurttaş, acaba yeteneklerini nasıl geliştirecek? Dünyanın en güzel şairlerinden yoksun bırakılan, dünyanın sanat gücü en yüksek olan yazarlarından uzaklaştırılan birey, doğal yeteneklerini nasıl geliştirebilir?

     Bunun için, yazara konan yasaklar ve baskılar bir tek kişiye, elli kişiye, değil, tüm halka yapılmış sayılmalıdır. Gerçekte bu iki kişiyi birbirinden ayırmak, etle tırnağı birbirinden ayırmaya benzer. Uygarlığın ve insanlığın, yıllar boyunca ürettiği o güzelim yapıtlar yurttaşlara ulaşamadığı sürece, bireyin elinden en büyük insanlık hakkı alınmış demektir. Çünkü o zaman kültürle, uygarlıkla, insanlıkla, toplulukla temasa geçemeyen bir halk var demektir.

     Burada yazarlara bir ayrıcalık, imtiyaz ya da yazarlara özgü bir takım olanaklar istemek bence anlamsız. Yazar özgür bir yurttaş olduğu zaman, özgür bir yurttaş da özgür bir yazarı okuyabildiği zaman demokrasi gerçekleşmiş olur.

     Yazarın bir ayrıcalığı yok dedim, ama yazarın bir sorumluluğu var. Yazarın sorumluluğu ya da yazarın görevi diyelim daha iyisi. Çünkü yazarı sıradan yurttaş sayarsak bu baskılarla savaşımı o yazarın görevidir. Fildişi kulesine çekilip de yazı yazmak, büyük sanat ürünleri üretmek… Bu da bir yöntem ama bunları insanlar belki toprağın altına gömerler. Önümüzdeki yüzyıllar, bin yıllar sonra ortaya çıktığı zaman da gene insanlığa katkıda bulunmuş olur o yazılan şeyler. Buna karşın bir insan kendi yaşamında, kısacık ömür sürecinde insan gibi yaşamak istiyorsa- yazar gibi demek istemiyorum- o toplumdaki baskılarla, toplumdaki gerilikle, insanları mutsuz kılan her türlü koşulla savaşmak zorundadır. Çünkü mutluluk böyle insanın eline gelir. Sanırsınız ki bir insan, kendi yaşamında savaşıma girerse mutsuzluğa sürüklenir. Hayır arkadaşlarım! İnsan bu savaşımı sürdürerek mutlu olabilir. Bu savaşımı sürdürmeden insanın insanlığında mutalaka bir eksiklik vardır.

     Latin Amerika yazarlarından birisi, “Yazar çağının tanığıdır,” der. Ben bu cümlede bir değişiklik yapıp, “Yazar çağının sanığıdır” dedim. Çünkü, Türkiye’de ve dünyanın başka ülkelerinde yazarların sürekli bir sanıklığı sözkonusu. Yazarlar, yalnız ünlü yazarlar değil; mektup yazanlar, bildiri yazanlar, herhangi bir dergide küçük bir yazı yazanlar da tutuklanıyor, gözaltına alınıyorlar, yargılanıyorlar ve dört duvar arasına atılıyorlar.

     Yazarlar gerçekten yazar iseler- yazar olmaktan öte ve önce gerçekten insan iseler- anti demokratik düzenlerin hakim olduğu ülkelerde yargılanıp, eziyet çekiyorlar, belki de işkenceden geçiyorlar.

     Yalnız çağının tanığı olmakla kalmayıp sanığı da olan yazarın suçu nedir?

     Yazar aynı zamanda bir eylemcidir. Neden eylemcidir? Yazmak bir eylemdir çünkü. Ama yazarken kendi kafasının hapishaneleri içine giriyorsa yazar, siyasal iktidarın kendisine biçtiği ölçüler içinde yazıyorsa ve bu yüzden hiçbir çatışmaya girmeden yaşıyorsa, ben yazarım diye kendi kendisine vicdan muhasebesi yaptığı zaman gönlü rahatsa bu da başka bir olay.

     Demiyorum ki ille de, kavgaya girsin. Hayır, öyle bir şey yok. Gerçekte yazarın kendi varoluşunu kanıtlamak için yazmaya mecbur olduğu şeyler, onun insanlığını simgelemektedir. Ama, yazarı toplumun önünde görmek isteyen kitlelerin, yazarın da kendilerinden biri olduğunu anlamaları gerekir. Şimdi sözüm tabi o kitlelere. Bu kitle bilinci oluşmadan, bu kitle bilinci yazarla kaynaşmadan ve Türkiye’de yazarlarını sorgulamayı bir yana bırakan, yazarlarını yüceltmeyi görev edinen iktidarlar oluşmadan; yazarın sorumluluğu da sanıklığı ve tanıklığı da bitmeyecek.

     Hepinize çok teşekkür ederim. (Alkışlar)

.....

     Aziz Nesin ve İlhan Selçuk yaşamları boyunca anlata, anlata; yaza, yaza bitiremediler. Gerisi bize kaldı.

     Bu konuşmalardan kırk yıl sonra bugün, yazarların sorunları ve sorum(luluk)ları hakkında biz ne diyoruz?

https://www.youtube.com/watch?v=MAxgL-zad4o

HABERE AİT RESİMLER

Beğendim 1 Muhteşem 0 Haha 0 İnanılmaz 0 Üzgün 0 Kızgın 0

BU HABERİ OKUYANLAR BUNLARI DA OKUDU

Site en altı
yukarı çık