GÜMÜŞKESEN ANIT MEZARI
Hüseyin Avni Kunduracıoğlu'nun 'Bazen... Fotoğrafların Peşinden...' köşe başlıklı gazetemizde yer alan yazısı...

Altmışlı yılların sonu, yetmişli yılların başları çocukluğuma denk gelir.
Milas’ın nüfusunun az, yerleşimin merkezden uzaklaşıp yeni, yeni yayılmaya başladığı yıllar.
Kendi dinginliğinin yaşamın içinde şekillendiği kasaba, öğle saatlerinde bir hareketliliğe tanık olur. Saat 12’de Dörtyol’daki pirina fabrikalarından gelen siren seslerine, birazdan camilerden gelen öğle ezanı sesleri karışır.
Akşam yemeğinde ertesi günü ne pişeceğinin konuşulduğu o yıllarda, sabah-öğle-akşam öğünlerinin aksatılmadığı bir yaşam şekli geleneksel bir alışkanlığın devamlılığını oluşturur.
Öğle yemeği için okuldan çocuklar gelmiş, çarşıdan ‘evin reisi’ teşrif etmiştir. ‘Allah ne verdiyse’ sofrayı şenlendirmiş, akşam yemeği için ise ‘Allah kerim’dir. Ellerinde sefertasları ile dar sokakların arasından arastaya giden çocukların sayısı azımsanmayacak kadar epeydir.
İşte bu öğle ile akşam arasında kalan zaman dilimi, evin kadınları için ‘sosyalleşme’ anlarının yaşandığı süreci yaratacaktır.
Daha çok konu komşu kaçamağı olan ‘gezme’ler olsa da, uzak mahallelerdeki tanıdıklara misafirliğe de gidilir. Tabi ki olası bir mevlüt, başsağlığı için ‘örgülüğe’ ya da kışlık sinemalardaki gündüz matinesine de gitme gibi bir ‘program’ o gün için yoksa.
‘Müsaitseniz annemler gelecek’ cümlesinin havalarda uçuştuğu o zaman diliminde, özellikle bahar aylarında kasabanın ötesine gitme isteği ya da olanağı da doğacaktır.
Topbaşı’ndaki ‘Esentepe’ye evde hazırlanmış pasta-börekler eşliğinde çay içmeye de gidilebilir ya da Milas Ovası’na lale toplamak için ‘kır gezmesi’ne de.
Kendiliğinden oluşan bu örgütlenmeler, elbette konu komşu ve çoluk çocuk gerçekleşecektir.
Özellikle Hacıilyas Mahallesi’nde oturan kasabalılar için, bir başka seçenek daha vardır ki, o da ‘Gümüşkesen’e çıkmak’ olacaktır.
Gümüşkesen, Sodra Dağı’nın doğu yamacına konuşlandırılmış bir anıt mezardır. Bu anıt mezar, Adilağa Camisi’nin daha ilerisinde yer aldığı için, ulaşım olarak caminin önündeki yokuşu kullanmak gerekecektir. Ne de olsa Sodra dağının eteklerine doğru yol alıyor olacaksınız.
Adilağa Camisi’ne kadar olan bölümde yerleşim izleri olsa da, ötesinin henüz mahalle olması için zamana ihtiyaç vardır. Seyrek yapılaşma yani evlerin tek tük varlığı bu sürecin habercisi gibidir. ‘Göçmen Mahallesi’nin oluşumunu düşünmek ise büyük hayal gücüne gereksinim duyuracaktır.
Menteşe Caddesinden camiye doğru giden taş döşemeli yolun iki yanındaki bazı boş arsalar, özellikle kasaba pazarının kurulduğu salı günleri ‘eşeklerin bağlandığı’ alanlara dönüşürdü. Taş yığnlarından oluşan sınırların belirlediği bu alanlara eşeklerini bağlayan köylüler, arsa sahiplerine belli bir ücret ödeyeceklerdir. Sınırları belirliyen bu taş öbeklerine dikkatli bakanlar, bulundukları coğrafyanın kadim topraklar olduğunun hemen ayırdına varacaktır. Taş döşemeli yolu takip edip Adilağa Camisi’ne ulaştıktan sonra artık dağ varlığını hissettirecektir. Zeytinlikleri solunuza alıp, taş döşeli yoldan anıt mezara doğru ilerlediğinizde, sağınızdaki Gümüşlük Mahallesi ve Hıdırlık Tepesi görüş alanınıza girmiş demektir. Vakıflar’a ait bu zeytinliğin olduğu bölge, Ramazan ayında iftarın habercisi olan ‘ramazan topunun’ atıldığı alandır aynı zamanda.
Bu bilgi kasabadan uzaklaştığımızın işareti gibi olur.
Görkemli görüntüsüyle göğe doğru uzanıp salkım saçak yayılmış melengiç ağacının varlığı ‘ulu’ bir ortama sürüklerken, kökünün bulunduğu yükseltideki ‘yatır’ ise mistik duyguları besleyecektir. Biraz ötede, akan sudan dolayı ‘yavan’ diye isimlendirilen çeşmeden yalağa dökülen suyun sesi, içinde bulunduğunuz duyguları yok edecektir.
Artık arazinin meyilli olması nedeniyle elde edilen düz bir platform üzerinde yükselen Gümüşkesen Anıt Mezarı’nın yanındayız. Çakıl taşlarının göze çarptığı toprağın oluşturduğu zeminin üzerindeki bu anıt, vakur ama bir o kadar da yalnız bir taş işçilik olarak selamlar bizi.
Anneler ve büyükler, çevrede ‘piknik’ için düz bir alan ararken, biz çocuklar çoktan ‘tarihi esere’ doğru koşturmaya başlamışızdır bile. Erkek çocukları anıtın üst sütunları arasında boy gösterirken, kız çocukları da kapısı olmayan altaki odanın içinde evcilik oynamaya başlar. Sonraki zaman dilimlerinde, bu oda ellerindeki pasta-böreklerle bütün çocukların toplanacağı yer olacaktır. Biraz daha ‘haşarı’ olan erkek çocuklarının, anıtın en üst noktasına çıkıp asker selamı vermesi de olası bir tablo olurdu. ‘Mektepli’ çocuklar anıtın üzerine kazınmış isimleri okumaya başlar, arada karşılarına çıkan ‘ecnebi’ isim karşısında da el çırparlardı.
Piknik sürecini tamamlayan büyükler, dağa doğru tırmanıp ‘kır havası’ alır, karşılarına çıkan kekik, adaçayı toplayıp bir demet ederlerdi. Dahaca yaşlı olan kadınlar ise ön eteğini kaldırıp, bohça haline dönüştürdükleri boşluğun içinde biriktirirlerdi topladıklarını. Yağmurlu havalarda buralarda salyangoz toplayanlar ya da bilenler, edindikleri tecrübeleri aktarır bilmeyenler de merakla dinlerdi.
Dağdan dönen büyükler ‘tarihi eserin’ yanına gelir, bağrış çağrış olan çocukları susturmaya çalışır, arada bir de Gümüşkesen’i hayret ve hayranlıkla incelerlerdi. ‘Orta mektep’te okuyan ablalar ise sanat tarihi derslerinde edindikleri bilgilerin eşliğinde mahcup mahcup bir şeyler fısıldarlardı.
Akşamın kendini hissettirmesiyle birlikte, aşağıdan gelen küçük topluluk yokuş aşağı gidip, gözden kaybolur, Gümüşkesen Anıt Mezarı vakur duruşuyla geride kalırdı.
Aşağıdaki fotoğrafın arkasına siyah mürekkeple düşülen nottan anlıyoruz ki, fotoğraf 7 Nisan 1936 tarihinde çekilmiş.
Nisan ayında, Gümüşkesen Anıt Mezarı’nın önünde elinde fötr şapka ve takım elbisesiyle poz veren bu kişinin bir bürokrat olma olasılığı çok yüksek. Poz veren kişiyi Gümüşkesen ile birlikte kadraja alan fotoğrafın arka fonuna, Milas’ın 1936’daki konumu da girmiş. Gümüşkesen’in yerleştiği zeminin taşlı ve anıtın yalnız konumu hemen dikkat çekiyor.
Gümüşkesen Anıt Mezarı tarih boyunca seyyahların ilgi alanını oluşturmuş. Anıtın önünde benzeri pozu verip fotoğraf çektirenlerden biri de ünlü İngiliz casus Gertrude Bell’dir. 1907 yılının nisan ayında Milas’a gelen Bell, Gümüşkesen’e uğramayı ihmal etmez.
Gümüşkesen Anıt Mezarı, Roma egemenliğinin olduğu İ.S. 160-180 yılları arasında inşa edilir. Yapımında kullanılan gri damarlı mermerlerin hepsi Sodra Dağı’ndaki mermer ocaklarından çıkartılmış. Anıtın önemli bir devlet yöneticisine ait bir anıt mezar olduğu sanılıyor. Zaten anıtın bulunduğu bölge, kentin nekropol alanı, yani mezarlık. Mimari özellikleri nedeniyle, Dünyanın yedi harikasından birisi olan Bodrum’daki ‘Mausoleion’un küçük bir kopyası olarak değerlendirilir. Anıtta, mermer işçiliğinin muhteşemliği ilk göze çarpan ayrıntı olur. Gümüşkesen, gömülerin yapıldığı mezar odası, dinsel törenlerin yapıldığı sütunlu bölüm ve piramit şeklinde yüksek bir çatı katından oluşur. Anıtın en muhteşem özelliğini dikdörtgen mezar odasıyla bu odanın üstünü kapatan sütunların taşıdığı piramit gibi gittikçe daralan çatısı oluşturur. Tavan, geometrik şekiller ve kabartma izleri taşır. Yapıldığında anıtın tepesinde büyük bir heykelin olduğu sanıldığı gibi, sütunların arasında da bazı heykeller olduğu düşünülüyor.
1956 yılında Gümüşkesen’e gelen Fikret Adil, Halikarnas Balıkçısı ve Zeki Eyüpoğlu Gümüşkesen’in geçmişte boyalı olduğunu düşünürler.
Sonraki yıllarda kasaba büyür, buralar yapılaşmaya açılır. Gümüşkesen Anıt Mezarı’nın çevresi düzenlenir, peyzaj çalışmasıyla küçük ama sevimli bir parkın içinde kalır ve ziyaretçilerini bekler.
Ta ki 2017 yılına kadar.
Milas Müzesi’nin bu bölgeye taşınması amacıyla başlatılan inşaat nedeniyle, Gümüşkesen Anıt Mezarı ziyarete kapatılır. 2017’de başlayan inşaatın durdurulma kararı çıkmasına rağmen anıtın çevresindeki ‘abluka’ kaldırılmaz.
Tüm görkemiyle yüz yıllardır kentin simgesi haline dönüşmüş bu muhteşem yapı, tekrar gün yüzüne çıkmayı bekliyor.
Hem de yıllardır.





