La Fontaine’den Masallar

Nazım Hikmet Ran / Masallar / Adam Yayınları / 3. Baskı: 1990 /198 Sayfa

La Fontaine’den Masallar

A.Kemal KAŞKAR -

Nazım Hikmet’i tanımayan yoktur, “La Fontaine’den Masallar”ı da …

Bu ayki ‘bir satır’, bu bakımdan ‘tanıtım’ değil de bir tür ‘anımsatma’ ya da -biraz da kafiye sevdasıyla uydurduğum ‘stajyer sözcük’le- ‘anımsatım’!..

Bu zorunlu girizgahın ardından, geleneksel tanıtım kalıbımızın gereğini yapalım …

 

Nazım Hikmet Ran

Nazım Hikmet Ran; 20 Kasım 1901 tarihinde Selanik’te doğdu. Ailesi tarafından 15 Ocak 1902 tarihinde nüfusa kaydettirilmiş ve doğum tarihi 1902 olarak resmi kayıtlara işlenmiştir. 1913 yılında yazdığı “Feryad-ı Vatan”, Nazım Hikmet’in ilk şiiridir … Aynı yıl içinde, Galatasaray Sultanisi’nde ortaokul öğrenimine başlamıştır. Heybeliada Bahriye Mektebi’ne geçişi ise 1917 yılında gerçekleşmiştir. Kurtuluş Savaşı sebebiyle Anadolu’ya geçen Nazım Hikmet, sağlık sorunları nedeniyle Bahriye’den ayrılmak zorunda kalır. Belli bir süre sonra öğretmenlik yapmak üzere Bolu’ya atanan Hikmet, daha sonra Moskova’ya giderek Siyasal ve İktisadi Bilimler eğitimi almaya başlar… Daha sonra Türkiye’ye dönerek Aydınlık Dergisi’nde yazmaya başlar fakat yazdıkları için 15 yıl hapis istemiyle dava açılması nedeniyle Sovyetler Birliği’ne “kaçar” ... 1928 yılında yararlandığı af kanunu ile yine Türkiye’ye döner ve Resimli Ay isimli dergide yazmaya başlar … 1938 yılında tekrar hapis cezasına çarptırılır. 12 sene cezaevi hayatından sonra askere alınma ve öldürülme korkusu onu yeniden yurtdışına yönlendirir. 1950’de tekrar Sovyetler Birliği’ne gitme kararı alan Nazım Hikmet Ran, 25 Temmuz 1951’de Türkiye vatandaşlığından çıkartılır ... Nazım Hikmet, 3 Haziran 1963 tarihinde yaşama gözlerini yummuştur. 5 Ocak 2009 tarihli Bakanlar Kurulu kararı ile 58 sene sonra Türk Vatandaşlığı yeniden Nazım Hikmet’e verilmiştir ...

Nazım Hikmet ilk şiirlerine hece ölçüsü ile başlamıştır fakat diğer hececilere nazaran yazdıkları ve ortaya koydukları çok daha farklı bir yapıya sahiptir. Şiir konusunda kendini geliştirdikçe, şiir için farklı yönler ve duygular aramaya başlamıştır… Sovyetler Birliği’nde yaşadığı ilk yıllar ortaya koyduğu eserler, diğer şairlere göre daha farklı ve dikkat çekicidir. Kendini sürekli olarak geliştiren bir sanatçıdır Nazım Hikmet, buna bağlı olarak zamanla hece ölçüsünden vazgeçerek serbest ölçüde eserler vermeye başlar ...

 

La Fontaine / La Fontaine'den Masallar

17. yüzyılın en tanınmış Fransız şairi La Fontaine'in, bazı insan karakterlerini hicvetmek amacıyla, kahramanları hayvanlar aracılığıyla kurgulayıp manzum olarak kaleme aldığı ‘mesel fabl'lar bütün dünyaca ünlenmiştir.

Hepimizin, en azından “Ağustos Böceği ile Karınca” örneğini bildiğimiz ‘La Fontaine'den Masallar’ı, Nâzım Hikmet cezaevindeyken Ahmet Oğuz Saruhan takma adıyla çevirmiştir. Çevirileri, okunduğunda hece vezniyle yazıldığı duygusu uyandıran serbest vezin üslubuyla yapılmış bu şiirler, okundukça renklenen, hiç eskimeyecek eserler olarak klasikler arasında yerini almıştır ...

 

Birkaç örnek

Aslına bakılırsa, ‘alışılmış anlamıyla tanıtıma gereksinimi olmayan’ bu evrensel kitabın anmsatımını; Adam Yayınları tarafından “Nazım Hikmet’in Bütün Eserleri” serisinin 9’uncu cildi olarak yayınlanan Aralık 1990 tarihli Üçüncü Basımından birkaç örnekle sürdürmek istiyorum.

 

İki Boğa ile Bir Kurbağa

Bir düve ile otlağını kim ele geçirecek diye / dövüşüyordu iki boğa / Ah ediyordu bir kurbağa. / Ahbaplarından biri sordu ona: / “-Derdiniz ne?” / “-Görmüyor musun dedi o, bu kavganın sonunda / kovalanıp sürülecek boğalardan biri, / elden çıkacak bu çiçekli yerleri. / Bu çayırlıkta hüküm süremeyecek artık, / ona mesken olacak bizim bataklık. / Suyun dibinde bile çiğneyecek bizi, / kah birimizi, kah ötekimizi… / Sen bu düve hanımın yaptığına bak, / kabak bizim başımıza patlayacak.” / Haklıydı bu kaygısında kurbağa, / boğalardan biri kaçıp sığınınca bataklığa, / orda, ora halkının zararına gezer oldu, / saatte yirmi kurbağa ezer oldu.

Ne yazık! Bu her zaman böyledir: büyükler tepişir, küçükler ezilir. (Sayfa 36)

 

Arslanla Sinek

“Defol, pis mahluk, sıska böcek…”

İşte bir arslan böyle deyince bir sineğe, / ona savaş ilan etti sinek, / dedi ki: “Senin adın kırala çıkmış diye / korkarım, çekinirim mi sandın?

Öküz ki, heybetlidir senden / sözümü dinletmişim ona bile ben.”

Evet, sinek böyle dedi, çaldı borazanları, hücuma geçti hemen.

Çekildi biraz geri, biraz yukarı, / toparlandı, saldırdı, soktu arslanın boynunu, / deliye döndürdü onu.

Arslan köpürüyor, gözleri kıvılcımlar saçıyor, / kükredikçe de herkes bir deliğe kaçıyor. / Sanki kıyamet kopuyormuş gibi, / dünyayı tutan bu korkunun sebebi, / bir sinek.

Mendebur bir sinek canını çıkarıyordu onun, / bir sırtını sokuyor, bir suratını / ve her yanını iğneleyerek / taa içine giriyordu burnunun…

Öfke buldu artık son haddini: / durmadan işliyor huylanan hayvanda diş, tırnak, / al kan akıyordu her tarafından.

Göze görünmeyen muzaffer düşman / seyrediyordu onu sırıtarak.

Parçalıyor kendi kendini zavallı arslan, / böğürlerini gümbürdetiyor çarparak kuyruğunu.

İşte, öfkesi, yordu, bitirdi onu, / nihayet kapandı yüzükoyun yere,

Savaşçı sinek çekildi kavgadan zaferle / ve marifetini ilan etmek için / yola koyuldu.

Fakat yolda rastlayınca tuzağına bir örümceğin / kendi ölümüne de rastlamış oldu…

Bakalım, bu hikayede ne gibi dersler vardır?

Bana kalırsa, o, çifte ibretlidir: “Sinek ufaktır amma, mide bulandırır, / düşmanın asıl küçüğünden sakınmalıyız. Bu bir.

İkinciye gelince, bazan, / denizi geçer de derede boğulur insan…” (Sayfa 40-41)

 

Arslanla Fare

Sevdirmeli kendini herkese insan: / ekseri muhtacızdır kendimizden küçüğüne.

Bu gerçeği anlatacak bize iki hikaye, / çünkü misali çoktur bunun, misal ararsan.

Bir arslanın pençeleri yanına / bir fare şaşkınlıkla yerden çıkıverdi.

Hayvanların kıralı kıymadı onun canına, / ne adam olduğunu da böylelikle gösterdi.

Bu iyilik yabana gitmedi pek. / Kim derdi ki, bir arslanın / bir fareye işi düşecek?

Fakat işte bu arslan çıkarken içinden ormanın / ağlara takılıp yakalanır. / Boşu boşuna kükrer kurtulayım diye. / Fare cenapları koşup gelir. Başlar dişlemeye: / kemirilen bir ilmik bütün ağı dağıtır.

Kuvvetten kuvvetlidir: / zaman ve sabır. (Sayfa 44)

 

Çfitçi ile Çocukları

Olmayan yok toprakta / bütün iş çalışmakta.

Zengin bir çiftçi anlar ölümünün yaklaştığını / oğullarını çağırtıp der ki: “-Çocuklar, / atalarımızdan bize miras kalan toprağı satmayın bakın: / içinde bir define var. / Yerini bilmiyorum. Fakat biraz gayretle / bulursunuz onu, geçirirsiniz ele. / Oraktan sonra altüst edin her yanını tarlanızın / çapalayın, belleyin, kazın, / el değmemiş hiçbir yeri kalmasın…”

Baba ölür, çocuklar altüst eder tarlayı, / bulamazlar defineyi, parayı / fakat işlenmiş tarla iki kat mahsul verir. / Akıllı ihtiyar, ölmeden önce, / oğullarına göstermiş olur ki böylece: / Çalışmak definedir. (Sayfa 102)

 

Felekle Çocuk

Bir okul çocuğu / çok derin bir kuyunun kıyısına / uzanmış uyuyordu.

Hani, beş karış havaya sıçrar insan / başına böyle bir iş gelse.

Fakat okullu, her yeri döşek yapar ona kalsa.

Her neyse, / şükür ki Felek geçti oradan / uyandırdı çocuğu usulcacık: / “-Yavrum, dedi, hayatınızı kurtardım, ama/ siz de bir dahasına dikkatli olun artık. / Düşseydiniz, yüklenirdi kabahat benim sırtıma… / Halbuki suç sizindi. / Söyleyin şimdi, / Allahaşkına rica ederim, / bu büyük tedbirsizlik de cilvem midir benim?”

İşte bunları söyleyerek / gitti Felek.

Bana kalırsa hakkı var Feleğin. / Yeryüzünde olup biten her şeyin, / bize göre, sorumlusu o yalnız. / Hep onun üstüne çullanırız, / hep onun kabahatlar, kusurlar. / Halbuki tedbirsizmişiz, sersemmişiz, ne çıkar, / hemen tahilimize küserek: / Hey gidi kambur Felek, hey gidi kambur Felek!.. (Sayfa 104)

 

Geyikle Asma

Hani, çok gür, çok yüksek asmalar vardır ya, / işte bir geyik sığınarak böyle bir asmaya / gizledi kendini, kurtardı canını.

Avcılar da sanarak köpeklerin yanıldığını / gittiler… Tehlikeyi atlatınca geyik / velinimetini yemeğe başladı yaprak yaprak.

Ne büyük nankörlük!

Hışırtı duyuldu, döndüler, kovaladılar onu, / geldi yine aynı yerde öldü dönüp dolaşarak.

“Cezamdır, çekeyim” dedi teslim ederken ruhunu.

Parçalandı köpekler tarafından. / Faydasızdı avcılara yalvarmak / çünkü o, çoktan ölmüştü avcılar geldiği zaman.

Size ibret olsun bu geyik: / sığındığınız yere etmeyin ihanetlik. (Sayfa 106)

 

Arslanla Avcı

Av meraklısı palavracının biri / köpeğini kaybeder, köpek de cins, iri.

Onu bir arslan gövdeye indirmiştir diye / düşer şüpheye, / bir çobana rastlar. “- Allah aşkına, der, / bana şu hırsızın yerini göster, / gidip hakkından geleyim hemen.”

Çoban der ki: “- Şu dağlardır durağı onun. / Ben her ay bir koyun / baç veririm ona ve gezerim kırlarda çekinmeden, / bakarım rahatıma.”

Çoban böyle konuşadursun, / arslan çıkagelir çevik adımlarla, / sıfırı tüketir bizim palavracı tosun: / “- Aman Jupiter, diye haykırır, aman Jupiter, / bana kaçıp gizlenecek bir delik göster.”

Tehlikede sınanır yiğitlik de, yiğit de, / ak koyun kara koyun belli olur geçitte… (Sayfa 116)

 

İki Fare, Tilki ve Yumurta

Bir yumurta buldu iki fare, / bu soydan zevata bu yemek / yeter de artar bile, / yani bir öküz bulmalarına lüzum yoktu pek.

Herbiri ağız tadiyle / yumurtadan kendi payını yiyecekti ki / davetsiz bir misafir belirdi karşıdan: Tilki.

Kötü tesadüf doğrusu ya.

Şimdi, yumurtayı bu heriften nasıl kurtarmalı? / Paket yapıp ön ayaklarında taşısalar mı? / Yoksa yuvarlasalar, yahut sürüseler mi? / Hayır olmaz, hem imkansız, hem tehlikeli. / Fakat zorluk, onlara, işin kolayını buldurdu. / Hem tilki de henüz uzakta olduğundan dolayı, / evlerine ulaşmak da mümkün olurdu.

Biri sırtüstü yattı, aldı kucağına yumurtayı, / öbürü, kuyruğuna yapışıp sürükledi onu, / ufak tefek sarsıntılara rağmen.

Siz, ibret alın da bu hikayeden, / hayvanlarda akıl yoktur, demeyin bana, / hayvanlar bazen akıl bile verir insana… (Sayfa 175)

Beğendim 0 Muhteşem 0 Haha 0 İnanılmaz 0 Üzgün 0 Kızgın 0

BU HABERİ OKUYANLAR BUNLARI DA OKUDU

Site en altı
yukarı çık