Yaşar Yaşar ...

Hüseyin Serin / Emekli Öğretmen Aralık ayının birinci haftası Hacıilyas’ta sıkıntılar içinde yüzerken, biraz da çare, çareler peşindeyken; “Emmioğlu, nabbaten borda böle yav

Yaşar Yaşar ...
Hüseyin Serin / Emekli Öğretmen Aralık ayının birinci haftası Hacıilyas’ta sıkıntılar içinde yüzerken, biraz da çare, çareler peşindeyken; “Emmioğlu, nabbaten borda böle yav. Ni bu halin. Yüzünden düşen bin parça. Seni hiç böle gömedim ben. Ni va bu gıda sıkılce . Her derdin bi devası vadır. Söle bakem seninkini ..” ile irkildim. Yanıbaşımda rahmetli karabacak İsmail emminin en büyük oğlu,  burma bıyıklı Tuncay’dı bu. Hem sırtımı sıvazlıyor hem de çare olmaya adaylığını ilan ediyordu. İyi olacak hastanın doktoru gibi. - Hiç be emmioğlu. Ne olsun işte, yuvarlanıp gidiyoruz işte. - U zaman ni bu suratının hali böle? - Sorma ya. Geçen hafta zeytinleri görmeye gitmiştim de aklım fırladı. Her taraf orman olmuş oturmuş. O haliyle, bırak zeytin almayı hayvanlar bile sokulamazlar, öylesine yani. - Eyi o vakit. Ya gendin aşcen ya da birilerini bulup aşdırcen emmioğlu. - Sorun da zaten bu. Zorunlu olarak açtırıp temizletmem gerekiyor. Çünkü kendimin yapabileceğini sanmıyorum. Kabaca benim boyumu aşıyor emmioğlu . - Du baken sen. Bu işi kim yapa, bu işi kim yapa? Sesli düşünüyordu Tuncay. - Hah, buldum. Bu işi yapsa yapsa Memet yapa. Başgaları da yapa emme hindi aklıma gelemaz. Du baken sen. Ceplemin birinde telefon numarası olcekdi unun. Ceketinin iç cebinin birinden bir sürü kağıt parçaları çıkarıp aramaya başladı Mehmet’in numarasını. - Hah işde, buldum hayırsızı. Du baken bi telefon idivren. Başga işi va mı yok mu örenelim. Bu, bizim işi yapıvecek mi yapıvemecek mi bi soruvren. Hah işde çalıkduru emmioğlu. - Alo Memet. Napıkduren len? Ni va yok köde? Ben Tuncay yav, bilenedin mi. Meles’den arebatırın    seni. Bak hindi eyi dinle beni Memet . Hani bizim memedeli emmimin üssen yok mu borda, hah. Unun setinlende gırılcek çalıla vamış. İdivrimin sen? Eh u zaman. Hindi üssen yanımda zedden. Tamam u zaman. Üssen yarın gesin köye de görüşün madem. Senin numarede veren ben una. Gelde zaman arevesin seni. Tamam Memet. Hadi bakalım ölese hoşca gal. - Tamam emmioğlu. Memet gırıvcek çalıları. Yalınız sizin tarlanın sınırında çalışıkduran bi de yaşar vamış. Yarın gidesen köye önce unu bulcen. Nassa tarlıye incen ya sesleniverisin gari. Bişe yok bunda. Uda göcemiş buyo da iki gişi temizleceklemiş, tamam mı emmioğlu. - Tamam Tuncay. Sağol yahu. Beni büyük bir dertten kurtardın. - Hedi bakalım. ben bazara doru gidon. Üş beş bişele alcen. Ordan da eve. - Sana iyi pazarlar emmioğlu, tekrar sağol … Ertesi sabah hem zeytinlerin diplerini toplayalım (toplayabildiğimiz kadar) hem de şu işi bağlayalım diye doluştuk arabaya, ver elini köy / zeytin dağı. Gök pırıl pırıl . Mavi mavi , mavi içinde mavi. Sadece üç beş tümülüs. Sevimli mi sevimliler üstelik. İnsanın, yanlarına varıp okşayası geliyor. Altlarında Asar Dağı. Yine olağan üstü güzellikte sabah uykusunda. Uzun boyuyla, dimdik çamlarıyla. Şahan deresi desen şarıl şarıl. Su sesi bir başka güzellik, temizlik. Ve zeytinlerin dipleri kapkara. Hemen eğilip başlıyoruz toplamaya. Bir süre öyle dalmışız ki toplamaya, Yaşar’ı unutuvermişiz. Bu unutmada ortamın büyüleyici sessizliği  havanın temizliği, çayır kokuları ve Asar Dağı’ndan yayılan oksijenin etkileri büyüktü sanırım. Neden sonra, “Yahu arkadaş, kendimizi dip toplamaya bir verdik ki Yaşar’ı unuttuk. Mehmet’i bir arayayım da nerede olduğunu öğrenelim şu Yaşar’ın.” Mehmet’ten Yaşar’ın bizim tarlanın öte yanında yani güney ucunda anasının tarlasında çalıştığını öğrenip sesliyorum. “Yaşar … Yaşar …” Sesim Asar Dağı’na kadar gidip yankılanıp geri dönerken, bulunduğumuz yerin tam güney ucundan biraz da boğuk bir ses kulak mememi kaşıyor.  “ Eyy, ey. Borden ben borden. Senmin üssen abe …” “ Benim Yaşar. Gel biraz da konuşalım , tanışalım  olmaz mı?“ “Olu abe olu. Ben zedden seni beklekdurudum. Hemen gelon ..” Epeyce konuştuk Yaşar’la. Mehmet’le beraber çalıları kıracaklar, yakacaklar, temizleyeceklerdi. Bir hafta da bitiririz’le o annesinin tarlasına gitti ben de dip toplamaya. Günlerden Salı idi. Yani Milas’ın meşhur Salı Pazarı. Sabah saat dokuz gibi kahvaltımı bitirip giyindim. Cep telefonumun şarjı çok az kalmış. Önce telefonu şarja taktım. Sonra da masraf arabasını alıp ver elini Salı Pazarı’na. Haftalık kumanyaları aldıktan sonra saat on üç gibi eve geldim. Kızım, “baba seni bir adam beş altı kez aradı. İşimizi bitirdik. Paramızı köylünün biriyle goyuversin baban diyor. Durumu anlattım ama dinlemiyor. Yarım saatte bir arayıp duruyor. ne söyleyeceksen söyle de arayıp durmasın böyle. Ders çalışırken dikkatim dağılıyor çünkü.” “Tamam kızım. Ben şimdi gerekeni söylerim ona. Önce şu aldıklarımı dolaba bir yerleştirelim de… Arayanlar listesine baktım ki bir sürü Yaşar numarası. Art arda boncuk gibi dizilmişler. İyi de bu adam bana “Bi haftalık iş va borda abe“ diyordu. Dün bir bugün iki. Hatta iki bile değil. İlk aradığı saat on bir. Bir haftalık iş nasıl bir buçuk günde biterdi, hayret. Akşam yemeğinden hemen sonra arabaya bindiğim gibi asıldım yola. Bu arada Yaşar’ı da arayıp geleceğimi, kahvede olmasını belirttim. Bende söz ağızdan çıkar arkadaş. İşi bitir hemen paranı al, demişim adama. Aksatmak olmazdı. Bir yandan da halâ hayretler içindeydim. Bu kadar çabuk nasıl biter bu iş diye. Neyse, varınca sorup öğrenecektim artık. - Abe, hoş geldin yav. Gavviye ge çabıcık deyince lokmalamın çoonu çinemeden yutu yutuvedim, yutu yutuvedim de gücele gelivdim ben de abem çok beklemesin diye. Seni de bori gada yorduk be abe . Köylülen biriyle goyvecektin pare abe. Hani sen bori gada yorulma diye yanlış anlama ha. - Tamam Yaşar, tamam. Geldim işte. Bende söz bir kez çıkar ağızdan. Ne dedim ben sana. İşi bitir paranı hemen vereceğim demedim mi, dedim . Al paranı işte, say. - Abe, bu gıda aceliye ni gerek vadı ya. Ben seni bilemamın. - Sık sık telefon edince sana, çocuklarına bir şeyler oldu sandım. Acelem asıl bundan. Hem sen bana bir haftalık iş var burada, belki diğer haftaya da sarkar falan diyordun. Nasıl oldu da bir buçuk günde iş bitti Yaşar? - Abe, öle didim emme yanımıza iki dene de genç gızan bulduk biz. Ayeş kesme motorlannan bi girdik ki duman oldu ortalık. Kesilen çalılan çoonu dayakıvedik. Bazılanı da sağa sola yıdık. Bu aylada işle çok abe. Her yerden çırbatırla. Undan biz de açcık acele idivdik gari. Abe sen mayıslada çalı çırpı gurudan ilaşladan al ge de ben verivren isdesen tulumbenen. İlaş vemezsen gine kellenirle. Sona gine aynı şe olur. - Şimdi zeytinlik tertemiz oldu öyle mi Yaşar? - Oldu abe. Keşge azcık da erken gelsedin de görsedin. Emme hindi garanlık oldu gari. İsdesen bakalım gelelim abe? - Gerek yok Yaşar. Sana  güveniyorum, inanıyorum. - Gine işin düşese ben sizin tarlanın aşşagıyındeyim. Yaşar diye ünlesen duyarım. - Tamam Yaşar, sağol. Biz de hafta sonu zeytinleri silkmeye başlayacağız zaten. - Abe, işine garışmek gibi olmasın emme on beş yirmi gün ta beklesene sen. Niden desen, zeytinle ta tam olarakdan gararık dele de undan dibatırın. - Olsun Yaşar. Bundan sonra havalara pek güven olmaz artık. Şu açıklıkta indiriverelim artık. - Sen bilisin abe. Ben borladen işde. - Tamam Yaşar. Hadi bakalım hoşça kal. Haftaya görüşürüz umarım. - Abe bi çay da işsedin ya. Bak bölesini Meles‘de bile bulamazsın ha. Odun ateşinde bişbatı bu. - Sağol Yaşar. Yeterli. Yolcu yolunda gerek … *** Pazara kadar yedik, içtik, dinlendik. Semirdik yani biraz. Bu arada iki tahrayı da güzelce bilettim ki hazır olsunlar. Ayrıca çarşıdan bir de eğe aldım ki testereleri de elden geçireyim. Pazar sabahı sekiz otuz gibi zeytinlikteydik. Karşıdan bakınca oldukça temiz görünüyordu. Silkeleyeceğimiz ağaçlara varınca bir de ne görelim. Birer karış anız kökleri. Her biri lastik sanki. Üzerine basıyorsun eğiliyor. Ayağını çekiyorsun dikiliyor. “Bu ne böyle ya. Böyle temizlik mi olur?” sitemlerine zeytin dağı bile katıldı sonunda. Asar Dağı başını sağa sola salladı “Olmadı böyle“ gibilerinden. Mandalın birinde kesilmiş yabani ağaç dalları yığılı, yakılmamış. Diğer taraflara da bir göz atayım bari ile alt taraflara uzandım. En alt bölüm oldukça atıl ya, orada kestiklerini bir kenara yığma zahmetine bile girmemişler. Oldukları yere  yığı yığıvermişler. Can Baba’yı anımsayıp birkaç okkalı, öfkeli küfrü art arda patlattım.  Patlatsan kıymeti mi var. İş bitmiş, parası ödenmiş. Sen derdine yan dedim kendime.  Ama bunu Yaşar’a sormak gerekti tabii. Çarşıdan dört yeni yaygı almıştım. O, birer karış kazıkların üzerine yazmaya çekindim doğrusu. Fakat sonunda seve seve yazmaya razı oldum. Orada zeytin dağında başka bir çare üretemedim çünkü. Neyse, küçük boy ağaçları silkmeye başladık. Bir yandan da topluyorduk tabii. Öğleye kadar iki ağacı bitirdik. Bitirdik de hanım durmadan mızmızlanıyor. “Bu ağaçlar çok yüksekler. Nasıl silkeleyeceğiz bunları. Bir iki silkici daha bulmamız gerek. Yoksa bu ağaçlarla baş edemeyiz biz …” Bizim ağaçlarda dağda özgürlüklerinin tadını çıkarmışlar yıllardır. Uzun bir zamandır imar bile yaptırmamıştım. “Bari Yaşar’a söyleyeyim de“ dedim. Önce herkes karşı durdu. Temizliği böyleyse zeytin silkmesi nasıldır diye. Köyde ise iş güç zamanıydı. Adam bulmak oldukça zordu yani. Zorunluluktan kabullendik Yaşar’ı  sonunda. Bir deneyelim sonrasına bakarız’la Yaşar’ı aradım. On beş dakika sonra falan çıktı geldi. Durumu açıkladım. İşi yapacağını belirtti. Hatta hanımına da iş başvurusunda bulundu. Diğer gün için sözleştik. O gün akşama kadar iki çuval daha zeytin düşürmüşüz. Etti mi sana dört çuval. Oldukça da yorulmuştuk. Alışmadık şeyde don durmaz misali. Hamlık desen ona keza. Yorgun argın eve geldik. Boğazlarımızdan yemekler zor geçtiler desem yalan olmaz. Sobayı ise yemekten önce, çoktan yakmıştım. Odanın içi resmen fırındı. Sırayla duşlarımızı aldık. Geçtik sobanın ve televizyonun karşısına. Bir ara başım öne doğru eğiliverdi, uyukluyordum resmen. Çaktırmadan hane halkına göz attım ki herkes çoktannn gitmiş. Eee, karın tok sırt da pek olunca bir de yorgunluk /hamlık binince sırta olacağı da buydu. Sabah sekiz otuz gibi yine zeytin dağındaydık .  “Önce büyük ağaçları silkelesin bu adam“ diyordu hanım. Sekiz kırk beş, doku , dokuz on beş, dokuz buçuk oldu saat, bizim Yaşar halâ piyasada yoktu. Acaba uyudu kaldı mı dedik hepimiz. Öyle ya, gündelikçi insan saat dokuz buçuğa kadar gelmez miydi işe? Annesinin tarlasına doğru birkaç kez sesledim, tık yok. Yaşar’lar yankılanıp yankılanıp geri döndüler yalnız. Sonra telefonla aradım. “Ben falan köydeyim abe. İki günlük acil işim çıktı” demesin mi? Bir de üstelik “havtiye gelivren gari“ ile de yaraya tuz bastı kilolarca.  İş başa düşmüştü işte yine. Şu saatte köyde nasıl silkici bulacaktım ki ... “Haydi bakalım çocuklar, iş başına. Yaşar gelmiyormuş” dememle sırığı kapmam bir oldu. “Siz hemen boştaki yaygıları şu ağacın altına serin bakayım”la  belimde üç büyük bir küçük fıtıkla ağaca tırmanıverdim. Öfke gemsiz bir at gibi şaha kalktıkça zeytinlerin ağzıymış burnuymuş, omzuymuş hiç dinlemedim. Verdim sırığı, verdim sırığı ... Yarım saat sonra mola verip bir bardak su içerken öfkem nötürlenmemişti daha. Hanım “Biraz soluk al len. Kıpkırmızı kesilmişsin. Bırak, gelmezse gelmesin üç kağıtçı. Yaptığımız kadarını yaparız. Kendini böyle cezalandırma“ ile biraz olsun duruldum. Akşama kadar bir çuval daha doldurduk ve bir çuval da  yarım kaldı. Çuvalların ağızlarını bir bağladım. Üstlerini yine kesik/kırık zeytin dalları ile bir  güzel örttük. Artık haftaya pazara kadar gelmeyecektik zeytine … *** Cumartesi akşamından Yaşar’ı aradım yine. Sabah gelip gelmeyeceğini anlamak için. Eğer gelmeyecekse Milas’tan silkici bulup götürüp getirecektim . - Yaşar, ne haber yahu. Nasılsın bakalım? - Eyiyim abe . sende ni va yok? - İyilik sağlık be Yaşar. Yarın geliyor musun sen zeytin silkmeye? - Gelon abe, gelon. - Sana pek güven olmuyor da ... - Yo yo. Bu sefer gelivron abe, yalan yok. - Ehh! Hadi bakalım. Yarın tarlada görüşürüz o zaman . - Tamam abe, yarın görüşürüz gari. Hadi eyi aşamla. Saat sekiz gibi dört kişi zeytinlikteydik. Akşamdan çiğ yağmış ki her yer ıslaktı. Zeytinler hafif rüzgarda ağır ağır dans ediyorlardı. Şahan deresi yağan yağmurlarla kendine gelmiş  gürül gürül akıyordu alt taraflarda. Asar Dağı sabah vakti ne kadar gururluydu yeşil, maksi elbisesi içinde. Bir sigara yakıp dumanını savururken çam ağaçlarının diplerinden çıntar (mantar ) topladığım günlerimi anımsadım  o an. Şahan deresinden çay balığı, yabani ağaçların altlarına kurduğum kapanlarla kınalı, bohçalı, karabatak kuşlarını yakaladığım günleri.  “Senin Yaşar bugün de atlattı galiba bizi. Baksana saat dokuz oldu halâ ortalarda yok ayol” ile sitemli, yarı kızgın yarı kırgın güvenini yitirmek üzere olan hanımın bu uyarıları ile yanlarına döndüm. Baktım ki hanım sırığı kaptığı gibi en yakın ağaca tırmanıyor; ki çocuklar yaygıları çoktan sermişler ağacın altına. Bari dedim şu adamı son kez arayayım. ” Alo Yaşar, nerdesin ?“ demeden  “Kapat abe kapat, geldim“ ile biraz olsun rahatladık hepimiz. O gün saat üçe kadar zeytin düşürdük . Yaşar, ben, oğlan. Zaman zaman da hanım. - Yaşar senin eşek burada mı? - Borda abe borda. Netcen eşşe? - Hani diyorum şu doldurduğumuz çuvalları yola kadar götürsek olur mu  diyecektim? -Olu abe, götürelim. Baktım sırığı çoktan yere göndermiş, ağaçtan inmeye başlamış bile. Kulağıma hanımın serzenişleri doluştu “Daha saat kaçtı? Emin ol bu adam bu çuvalları taşıdıktan sonra bu ağaca bir daha çıkmaz bilesin.“ Aldırmadım desem yalan olur da, “hazır Yaşar’ın eşeği buradayken  şu altı çuvalı taşıyıverelim de ürün tarlada kalmasın. Ne olur ne olmaz. Hırsızı var, uğursuzu var” daha ağır bastı doğrusu. Yaşar’ın eşeği ile altı çuvalı zeytini yola kadar ikişer ikişer taşıdık. Saate baktım ki dört on beş olmuş. Saat’e baktığımı gören Yaşar, “ Abe, ben hanımı alıp da gelen. Aşama bişe galmadı hunun horasında. “Sandım ki gelip yaygılar üzerinde biriken zeytinlerin toplanmasına yardım edecekler. Bir on dakika sonra üst mandaldan sesleniyor, “Abe, hadi eyi aşamla. Biz gidikvarız gari.“ Hanımın yüzüne baktım. O da bana bakıyormuş. ”Ben sana demedim mi“ gibilerinden. Bir koşuda Yaşar’ın yanına varıp yövmiyesini kesmeden verdim. Teşekkür ettim. Gittiler. Biz de yerdeki zeytinleri çuvallara doldurmayı sürdürdük saat beş’e kadar. Seçtiğimiz dilmelik ve yeşil zeytin kovalarını yanımıza alıp arabaya ulaştığımızda akşam ezanı çoktan okunmuştu. Üç, taş çatlasa dört günlük zeytinimiz kalmıştı. Bu da iki hafta sonu demekti. Topladığımız ilk altı çuval zeytini fabrikaya telefon ederek almalarını söyledim. Hafta arası güzelce dinlendik  sayılır. Fakat içimde yine de bir kuşku soluyordu. Ya yaptığım odunları biri, birileri çalarsa … Bu tür kuşkularla hafta sonuna ulaştım. Ulaştım ama Yaşar’a bir daha zeytin silktirmeyecektim. Bu aynı zamanda ailenin ortak kararıydı. Lakin eşek, Yaşar’ın eşeği. Eşek ve Yaşar … Zeytin tarlasına vardığımızda ilk işim odunlara bakmak oldu. Bereket ki yerlerinde duruyorlardı. Biz bizeydik şimdi. Erişebildiğimiz dalları silkeleyecek erişemediğimiz dalları kesecektik. Ha bakalım de bakalım derken saat dördü bulmuştu yine. Gün ne çabuk kaçıp gidiyordu yanımızdan. Silkme işini bırakıp kendimizi düşürdüklerimizin toplanmasına verdik. Yön değiştirdik yani. Akşama Milas’a dönerken üç dolu bir yarım çuval daha zeytin yapmıştık. Yarın da bir bu kadar yaparız diyorduk. Diyorduk da, yorgunluk baş pehlevan olmuştu. Olsundu ya. Çalışmak, üretmek güzeldi doğrusu. Varsın yorgunluklar yensinlerdi bizleri. Dikenler batsındı ellerimize. Yorgun argın eve gelip sobayı bir ateşledim mi, karşısına geçip hep beraber bir oturduk mu, değmeyin keyfimize tavşan kanı çaylarımızı  yudumlarken … Akşamdan Yaşar’ı yine aradım. Belki yüzsüzlüktü bu ama başka hayvanı olan birini tanımıyordum ki. Yaşar da, “Ben anamın orda dip toplebatırın abe. Bi ara gelivren de çekivren çuvallanızı“ dedi. O gün saat ikiye kadar zeytin silkeledik yine. O saat’e kadar Yaşar’dan ses soluk çıkmadı hiç. Hanıma dedim ki, “Yahu arkadaş, ben şu Yaşar’ı arayayım da gelecekse gelsin artık. Yoksa bunun kendi haline geleceği yok.“ Bu arada çuval sayısı sekize yükselmişti. Hanım “Daha erken“ dedi. Biraz da çalı çırpı yaktık ki yığıntılar temizlensin. Yaygı üzerindeki zeytinleri de topladık. Derken saat dört olmuş. Yaşar yaşıyor muydu? Bilen varsa beri gelsin. “Yok” dedim. Şu adamı arayacağım ben. Şunun şurasında akşama ne kaldı ki? - Alo Yaşar, nerdesin yahu? Hani zeytin çuvallarını çekecektik, unuttun mu yoksa? - Yoo, unutmadım. Ben çokdan köye çıkdım abe. Gayvada çay içikdurun. - İyi de i hani zeytin çuvallarını çekecektik? - Bene bişe dimedinz ki. Sabahdan beri anamın tarlasında dip topladım ben. Bi saat öncede çıkdım geldim işde. Ben ordan geçeken çalı yakık durudu ya yengem. - Be adam, aramız yüz metre bile yok. Niye gelmedin, seslenmedin. Biz seni görmedik ki. - Benim iki üç günlük işim va abe. Undan sona çekivren çekdirceseniz. - Ülen Yaşar, ülen Yaşar! Ne diyeyim ben sana. - İşde Perşembe Cuma günlende çekivren dekduruna. - Tamam Yaşar, tamam. O zaman Cuma günü çekiver bari. Telefonu fırlatmamla beraber, düştüğü yerde paramparça oluvermesi bir andı. Diğerlerinin soru sormalarına  fırsat vermeden anlatıverdim Yaşar’ın gelmeyeceğini. Herkes sus pustu. Durgundu. Yorgundu. Kızgındı. Havada sövgüler bulut buluttu. Adam yüz metre ötemizden geçip gidiyor ses etmeden . Muhtacız ya. Allah senin …. Hanım “Bırak ya şunu. Varsa var eşeği. Boşver yalvarıp durma. Büyütme burnunu” derken zaten herkes toplanmıştı. Bu arada fabrikaya da telefon etmiştim ona güvenerek ayni yerden on çuval daha alınacak diye. Şimdi onlara da mahçubum. Yürüye konuşa köye girmişiz haberim yok kızgınlıktan. Arabaya eşyalarımızı yerleştiriyorduk ki, bir “Kolay gelsin”le  bakıştık. Çocukluk arkadaşım Mehmet’ti bu. Ayak üstü hoş sohbetten sonra “Haden bakalım eve gidelim de aş ekmek yiyelim. Yorgunluğunuz dinsin biraz. Sonra gidersiniz”le durakladık şöyle bir. Bakıştık. Milas’a dönecektik, kalmayacaktık ama Mehmet, Yaşar’ı kahvede görmüş. Burada ne yaptığını sorduğunda “Keyif“ yaptığını, bacak bacak üstüne atarak söylemiş ve “Bene iş yapdırcek kimse ayama gelcek arkadeş, ayama“ diyerek elinin biriyle dizine vurmuş ki ne vurma. Sanki alçak dağları o yaratmış. Mehmet bize “Bırakın şarapcıyı, üç kayıtçıyı. Nerden buldunuz bunu arkadeş“ diye biraz da sitem etti doğrusu. Ben de gelişen olayları olduğu gibi anlattım. Mehmet; duvarları yapcesnen abak traktör. Atla hemen alıp gelelim zeytin çuvallarını. Emme çekincem toprak yaş. Çamura saplanıp kalır mıyız bilemem. Olan da aşam zaten. “Saat beş’e yirmi geçiyordu. İki ayrı duvar ne zaman yılıp yapılacaktı. Üsteli traktörün çamura saplanma riski de cabası akşam nöbetini geceye devrederken. - Sağol ya Mehmet. Getirmiş kadar oldun, sağol. - Haden u zaman eve. Aş ekmek yiyelim, çay gayva içelim. Hem dinlenirsiniz de. Sonra da gidersiniz nolcek ... - Başka bir zaman Mehmet, sağol arkadaşım. Arabaya doluşurken, “Köyde başka hayvan da yok ki arkadeş. Toprak çamır olmasa ben getiriverirdim nolcek ki“ diyordu ardımızdan. Hem tepkisini hem de kızgınlığını bırakıyordu geceye. Bulacaktık bir çaresini. Zaten yarım günlük bir zeytinimiz kalmıştı geriye silkilecek. Anlaşılan oydu ki, Yaşar’ın keyfi olana kadar daha kaç kez güneş doğup batacaktı. Kendi sakalımızı kendimiz kesmeliydik. Yemekten sonra hanım “Ben bir karara vardım. Dinleyin bakalım. He derseniz hemen yarın olur bu iş. Aklımızda zeytin meytin kalmaz” dedi.  Sonra “Biz bu zeytinleri kendimiz niye çekmiyoruz da amat memet arayıp duruyoruz ya. İllede tutturmuşuz eşek, Yaşar. Ey hane halkı, bizden daha iyi eşek var mı bu hayatta sanki. Sırtımıza ne vurulursa çekmiyor muyuz, çekiyoruz. Sesimiz çıkıyor mu, çıkmıyor. Ha bir kez de kendimiz için eşek oluverelim ne var yani. Var mısınız , yok musunuz onu söyleyin?“ Bunu bende düşünmüştüm. Lakin daha önce oğlan dört çuvalı sırtında götürmüş, belini ağrıtmıştı. O yüzden çekingendim. “Varsanız nasıl yapacağımızı açıklayacağım.” Birkaç mırın kırından sonra hanımın fikrini onadık. Planına göre dolu on çuvalın hepsini ikiye bölecek, yani elli kiloyu yirmi beş yapacaktık, ağırlığı azaltmak için. Eh, yirmi beş kilo da rahat çekilirdi. Ha bir de, zaman artarsa /ki mutlaka artacaktı/ odun yapacaktık. Ertesi gün sabah dokuzda tarladaydık. İnsan eşekler hazırdı yük taşımaya. Çuvalları bölerek taşıdık hiç gocunmadan, kibirlenmeden. Dört; bugüne kadar tarla tokat işi yapmayan iki öğrenci eşek ile biri halâ memur diğeri memur emeklisi eşek ile. Hiçbir yerimiz eksilmeden. Bedenimizde, dizlerimizde sadece yorgunluk yankılanırken. Alnımızda terler gülüyorlardı ve yaşıyorduk işte. Yine, yine yaşıyorduk. Yaşar da yaşıyordu şüphesiz …. OCAK 2015 / MİLAS
Beğendim 0 Muhteşem 0 Haha 0 İnanılmaz 0 Üzgün 0 Kızgın 0

BU HABERİ OKUYANLAR BUNLARI DA OKUDU

Site en altı
yukarı çık