GÖKÇEADA’NIN (ESKİ) RUM KÖYLERİ…

Ülkemizin en büyük adası konumunda olan Gökçeada’ya, Çanakkale’nin Kabatepe İskelesi’nden kalkan feribotlar ile ulaşılıyor. Yaklaşık bir buçuk saat süren deniz yolculuğu sonrasında feribot ile adanın Kuzu Limanı’na ulaşıyor ve oradan da merkeze hareket ediyorsunuz. İlçe yerleşiminin olduğu yer burada ‘merkez’ olarak isimlendiriliyor.

GÖKÇEADA’NIN (ESKİ) RUM KÖYLERİ…

Hüseyin Avni Kunduracıoğlu

Eski ismi ‘İmroz’ olan Gökçeada’nın doğal güzelliğinin ötesine geçip tarihsel konumunu irdelediğiniz zaman, hüzün hemen yerini alır.. Ne de olsa ‘yerlisi olmayan bir ada’ Gökçeada.

Gökçeada, aslında bir Helen adası değil. Ama Helenlerin varlığı M.Ö VI yüzyıla kadar dayanıyor. Prohelen (Helenlerden önce) dilinde ‘çorak topraklarda bereket tanrısı’  anlamına gelen İmbrassos’dan almış İmroz adını. Pers İstilası, Atina Kolonisi, Roma, Bizans, Latin egemenliği derken 1453 yılında gerçekleşen İstanbul’un Fethi’yle birlikte Osmanlı yönetimine geçmiş. Kısa bir Venedik işgalinin dışında 18 Ekim 1912’ye kadar Osmanlı egemenliğinde kalan ada, 8-9 yıllık Yunan yönetiminin ardından 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması ile Türkiye Cumhuriyeti’ne katılmış.

İmrozlular, Prohelen özelliklerini koruyup her zaman kendilerine özgü özellikleri olan bir millet olarak bilinmiş. Hatta binyıllardan beri kaybolmayan  ‘Adalılık ruhu’nun İmroz’a özgü olduğu söylenir.

1923’de İmroz’un nüfusu 8500. Bu nüfusun yüzde 99’unu Rum yurttaşın oluşturduğunu söylersek, İmroz’un sosyolojik yapısı ortaya çıkar. Lozan Antlaşması’na ‘özel statü’ eklenmesinin nedenini de bu yapı sağlamış. İmroz’un Bozcaada ile birlikte yerel unsurlardan kurulu özel bir idari yapısı olmasını öngören bu anlaşmaya göre, İmrozlular dillerini koruyup ana dilde eğitim yapacak, ibadetlerini serbestçe sürdüreceklermiş. Hatta polis örgütü ada halkından kurulacakmış. Gerçi 14. Maddede tanımlanan bu anlaşma hükümleri hiçbir zaman tam olarak uygulanmamış.

1960’lı yıllara kadar adada her şey yolundaymış. Ancak bu yıllardan sonra değişen politikalar, Rum yurttaşlarımızı göçe zorlamış. Deyim yerindeyse Kıbrıs’ta yaşanan her huzursuzluğun öcü İmrozlulardan alınmış. 1964’de Yunanca eğitim veren okullar kapatılmış, 1965’de verimli araziler istimlâk edilerek askeri üs, havaalanı ve açık cezaevi yapılmış, 1966’da yine verimli araziler devlet üretme çiftliği kurulmak için kamulaştırılmış. Ardından ada dışına hayvan satımı ve balıkçılık yasaklanmış. Açıkçası geçim kaynağı tarım ve balıkçılık olan İmrozluların yaşam alanları daraltılmış.  Bu gelişmeler Rum yurttaşların adayı terk etmelerini artık yavaş yavaş zorunlu hale getirir. Bütün bunlara bir de açık cezaevinde kalan hükümlülerin hırsızlık, tecavüz ve saldırıları eklenince, ada İmrozlular için yaşanmaz hale gelir.

29 Temmuz 1970’de çıkartılan 5442 sayılı yasa ile adanın ismi Gökçeada olmuş ve Rumca olan bütün isimler Türkçeleştirilmiş. 1973’de Karadeniz, 1984’de Isparta, Burdur ve Milas, 2011’de Çanakkale’den adaya nüfus taşınmış.  Bu taşınan nüfusla adada yeni köyler oluşturulmuş. Adada yaşayan Rum kökenli yurttaş sayısı her yıl azalır ve günümüzde 250-300 kişi yaşar. Ancak bu sayı yaz aylarında ve özellikle Meryem Ana Panayırı’nın gerçekleştiği ağustos ayında oldukça artar. Öyle ki Rum nüfusu 3 bin ile 4 bin arasına ulaşıyor. Zira dünyanın dört bir yanında yaşayan İmrozlular, yurtlarına geliyorlar. Elbette turist olarak.

Sabahın erken saatlerinde merkezden ayrılıp, Rum köylerine doğru yol alırken bütün bu ana bilgiler usumuzda yer alıyor.  Çam ağaçlarının yerlerine zeytin ağaçlarını bırakmaya başlamasıyla birlikte Zeytinliköy’e yaklaştığımızın ayırtına varıyoruz. Adadaki tüm Rum köyleri gibi Zeytinliköy de bir tepede konuşlanmış.  Bundaki gerekçenin verimli arazileri tarımda kullanmak oluşturduğunu tahmin etmek zor değil. Eski ismi Agioi Theodoroi olan Zeytinliköy’ün taş döşeli sokaklarından yokuş yukarıya çıkmaya başladığımızda,  sağ tarafta Meryem Ana kilisesi ile karşılaşıyoruz.  Köyün sokaklarında, evlerinde yaşam belirtilerine tanık olmak mutlu kılıyor. Rengârenk boyanmış kapılara, pencere pervazlarına yine rengarenk çiçeklerin yer aldığı saksılar eşlik ediyor. Sokaklarda karşımıza çıkan eski zeytin küpleri ise köyün geçmişine taşıyor bizleri. Zeytinliköy, eskiden  adanın en sosyal köyüymüş. Biraz sonra karşımıza çıkacak olan Agios Georgios Kilisesi’nin adanın en eski kilisesi olduğunu söylemeliyim. Kilisenin hemen yanında yer alan binadaki mermer plakada ‘Aya Todori ilk mektebi’ yazısı gözlerden kaçmıyor. Zeytinliköy’de kışın 60-70 Rum yaşarken, yazın ise bu sayı oldukça artıyormuş. Bu artışı köyde olduğumuz sürece fark ediyoruz. Rumca konuşmalara tanık olmak hiç şaşırtıcı gelmiyor. Köyün küçük meydanında yer alan birkaç kafeteryanın varlığı, köydeki canlılığın tanığı gibiler. Duvarlarında siyah beyaz Zeytinliköy fotoğraflarının yer aldığı Nostos Cafe’nin ahşap sandalyelerine oturduğunuzda, köyün 50-60 yıl öncesine gidiyorsunuz.  Yunanistan’da yaşayan bazı İmrozluların yaz mevsiminde köylerine dönüyor olmaları, Zeytinliköy’ün yaz nüfusunu artırıyormuş. Nostos Cafe’nin sahipleri de onlardan biri. Nostos ‘eve dönüş – vatana dönüş’ demekmiş. Mihalis Okumusis tarafından 1860’da inşa edilerek işletilen bu mekân , şimdi torunun torunu olan Thanasis tarafından aynı şekilde işletiliyor. Sakızlı muhallebi ya da dibek kahvesi kafeteryaların en rağbet gören ürünleri.  Nostos’un balkonunda kahvelerimizi yudumlarken çıkan esinti, bizi kiremit çatılı evlerin ötelerine götürüyor.

Dereköy, ne yazık ki Zeytinliköy kadar şanslı değil. Karayolunun iki tarafında bulunan tepelerin yamaçlarına konuşlanan Dereköy’ün eski ismi Shinudi.  Çok fazla yıkık evin varlığı ilk başta, virane terk edilmiş hayalet bir köydesiniz duygusu yaratıyor.  Sokaklarını arşınladıkça, hem geçmişin yıkıntılarına tanık oluyorsunuz hem de günümüzdeki yaşamın izlerine. Dereköy’de 150 hanede yaşamın sürdüğünü öğrenince şaşırıyorum. Öyle ya aşağıdan görüntüsü terk edilmiş yıkık dökük bir yerleşim yeri şeklindeydi.  Ancak Dereköy’ün geçmişte 1700-1800 haneli bir yerleşim olduğunu ve ülkemizin hatta Balkanların en kalabalık köyü olduğunu öğrenince, durumu algılayabiliyorum. Rum yurttaşların yanı sıra Kürt kökenli yurttaşlar da, günümüzde Dereköy’ün sakinlerini oluşturuyor. Karayolunun hemen yanındaki yani köyün girişindeki Hagia Marina Kilisesi ile köyün içindeki çarşıda bulunan Koimies Tis Theotokus Kilisesi de günümüzde ibadete açık. Bu iki kilisenin 18.yüzyılın başında inşa edildiğini, mekânlara asılan plaketlerden öğreniyoruz. Köyün içindeki meydanın çarşı olarak nitelendirilmesinin nedenini, Dereköy’de zamanında çok sayıda berber, terzi, bakkal, 2 sinema, 23 kahvehane ve 3 zeytinyağı fabrikasının olması sağlıyor. Tahmin edeceğiniz üzere Dereköy geçmişinde diğer köylere göre ekonomik ve sosyal olarak daha fazla gelişim göstermiş. Köy, bu durumunu stratejik konumu ve Pirgos Limanı sayesinde sağlamış. Piri Reis’in 16.yüzyılda adada varlığından söz ettiği iki köyden birinin Dereköy olduğunu yazarsam, içinde bulunduğumuz köyün konumu tahmin edilebilir. Ancak bütün bunların köyün geçmişinde kaldığını bilmenin ötesinde, tanık da oluyoruz.  Sessizliğin ele geçirdiği köyün sokaklarını arşınlarken, kim bilir nelere tanık olmuş yıkılmaya yüz tutmuş boş evleri ardımızda bırakıyoruz. Kapıları, pencereleri çürümüş, çatıları çökmüş, incir ağacının çıktığı duvarlar, paslı kilitler ve sokaklarında keçilerin gezindiği bir köyün içindeyiz. Bir iki koca dut ağacı ya da kesilmiş büyük dut köklerini görünce, köyde ipek böcekliği yapıldığını da öngörüyorum.  Kilisenin önündeki sokak boyunca ilerleyince adanın en büyük çamaşırhanesi olan yapı ile karşılaşıyoruz. Çamaşırhanenin bir duvarındaki çeşmeden akan soğuk suyu kana kana yudumluyorum.  Yapının içinde bulunan 8 adet 60 cm yüksekliğindeki yükseltilerin çamaşır yıkama tezgâhı olarak kullanıldığını öğreniyoruz. Yine 8 adet ocağın olduğu diğer duvarda bulunan nişlerin sabunluk olduğunu da. Çamaşırhânede bulunan yaşlı İmrozlu Rumlardan elbette.

Dereköy’de zaman duruyor sanki.  Şu an bulunduğumuz Halasaki Tepesi’nden karşıdaki Madrabodus Tepesi’ni izleyerek yokuş aşağı inişe geçtiğimizde güneş tam tepemizde bulunuyor.

Tepeköy, volkanik Aya Dimitri Tepesi’nin yamacında kurulmuş. İsminden de anlaşılacağı üzere, Rum köylerinin içinde en yüksekte olan yerleşim burası. Tepeköy’ün eski ismi Yunanca ‘küçük tarlalar’ anlamına gelen ‘Agridia’ dır. Manzarası muhteşem olan bir tepede kurulduğu için bu ismi aldığını düşünüyorum. Zira o yükseltiden aşağıdaki irili ufaklı tarlaları görebiliyorsunuz. Tepeköy’ün nüfusu geçmişte 1330’lü sayılardayken günümüzde 60-70 arasında değişen Rum yurttaş yaşıyor. Onbeş yıl kadar önce İstanbul’dan köyüne dönmeye karar verip , Tepeköyde taverna açan Barba Yorgo’nun girişimleriyle köy daha biraz canlanmış. Tavernanın yanı sıra yetiştirdiği bağlar ve ev yapımı şaraplar ile Barba Yorgo, Gökçeada’da marka olmuş. Yorgo’nun tavernasını geçip, köyün meydanına ulaşıyoruz. Burada da iki tavernanın varlığı Tepeköy’e farklı bir zenginlik eklemiş.  Vasil’in işlettiği kahvehanede frappe içip, meydanı seyre dalıyoruz. Vasil de Atina’dan köye göçmüş yurttaşlarımızdan. Çocuğunu köydeki okula yazdırma olanağı olunca, dönmeye karar vermiş. Kahvehane gün içinde dolup taşan bir mekân olmuş. Tepeköy’ün sokaklarına dizilen evlerin özenli konumları gözden kaçmıyor. Akan hayat varlığını bu köyde hissettiriyor. Meydandaki dut ağacının yanından geçip içine daldığımız sokak, eski Rum mezarlığına ulaştırıyor. Köyde 1832 yılında inşa edilen Evangelismos Teofoku Kilisesi ibadete açık.  Tepeköy’ün geçmişinde 2 zeytinyağı ve sabun fabrikası, 3 marangoz atölyesi, 9 dokuma atölyesi ve 3 kaşar peyniri imalathanesi varmış. İşte böylesine zengin bir mirasa sahip Tepeköy’ün tavernalarından yükselen sirtaki seslerinin yarattığı keyifle köyden ayrılıyorum.

Bademli Köyü’nün eski ismi olan Gliki’nin Yunanca ‘şeker’ anlamına geldiğini öğrenince gülümsüyorum.  Yüksek bir tepeye kurulan Bademli köyü’ne taş döşeli dik bir yokuşu tırmanarak ulaşabiliyorsunuz. 150-160 hanenin olduğu Bademli Köy’de eski evlerin yanı sıra restore edilmiş taş evlerin varlığıyla dikkati çekiyor.  Taş döşeli sokaklar, sizi kendiliğinden meydana ulaştırıyor. Biri açık iki kahvehanenin olduğu meydanda bulunan dut ağacı yukarıya doğru uzanıyor. Açık olan mekân köyün eski kahvehanesiymiş aynı zamanda. Kahvehanenin camekânının üzerindeki dış duvarda 1903 tarihli bir güneş saati görülüyor. Yakın döneme kadar çalıştığı söylenen bu saat, dut ağacının büyümesi ve güneşi kesmesiyle  günümüzde aktif değilmiş. Köyün çevresindeki badem ağaçlarından Türkçe ismini alan Bademli Köyü, yüksek konumundan dolayı adanın balkonu olarak biliniyor. Zira Gökçeada’nın en güzel manzarasına sahip köylerinden biri.  Buradan Kaleköy’ün limanı, balıkçı tekneleri, Semadirek Adası, dağlar vb birçok görüntü panoramik olarak görülebiliyor. Bademli Köyü zamanında adanın en zengin köyüymüş. Bu zenginliğini de hayvancılık, meyvecilik ve balıkçılıkla uğraşmasından sağlıyormuş. Köyün içinde Rum bir ailenin işlettiği kafeterya ve döneminde imece usulü yapılmış ilkokuldan dönüştürülmüş otel bulunuyor. Öyle ya, çocuk yok ki artık okula gidecek. Köyün biraz üstüne çıktığınızda anıt konumunda bir çınar ağacı ve hemen yanında bulunan çamaşırhane ile karşılaşılıyor. Çınar ağacının altında bir süre oturduktan sonra, geldiğimiz yoldan aşağıya doğru iniyoruz.

Kaleköy, adanın en eğlenceli bölümünü oluşturur. Tavernalar, kafeler, pansiyonlar ve benzeri işletmeler hep burada. Denizi bölen dalgakıran ve küçük limanına doluşmuş balıkçı tekneleri ile hoş bir zaman dilimi yaşanır. Hele ki zaman akşamüzerini gösteriyorsa tatlı bir esintinin kucağına düşersiniz. Her ne kadar, denize yakın dolaşmak keyifli olsa da köy yine tepede konuşlanmış. Eski ismi Kastro olan Kaleköy, antik dönemden kalma bir yerleşim yeri. Kentsel Sit ilan edilen bu köyde, kale ve sur kalıntıları görülebiliyor. Bizans döneminde tamir görmüş olan kale Helen öncesinden kalma. Yine bazı evlerin mimarilerinde kullanılmış antik taşlar dikkat çekici. Köyden limana ulaştıran antik patikada yürümek ise apayrı bir duygu oluşturuyor. Piri Reis’in16. Yüzyılda adada varlığından söz ettiği ikinci yerleşim Kaleköy’dür. Meydandaki çınar ağacının yanında bulunan Aya Maria Kilisesi restore görmüş ancak ibadete açık değil. Zira günümüzde hiç Rum yaşamıyor. Evleri ya işgal edilmiş ya da istimlâk. İşgal edilen evler zilliyet ve 20 yıllık kullanımla mülkiyet yasasıyla el değiştirmiş.  Kaleköy Limanı, eskiden gemilerin/feribotların yanaştığı bölge olduğu için, adanın dışarıya açılan kapısı konumundaymış. Güneşin en son battığı bu köyde, gün batımı ölümsüz bir güzellik sunar. Karşıdaki Semadirek Adası’ının hemen yanından, adeta bir tepsiye dönüşen güneş yavaş yavaş denizin içine girerek gözden kaybolur. O sıra eflatuna dönüşmüş bir gökyüzü Kaleköy’ün üstüne çöker.


 

Kaleköy’de artık Rum yurttaş olmadığına göre Rumları dağ köylerine hapsetmişiz demek pek yanlış olmaz. Bu dört köyde koruma altında Geçmişinde yüzlerce Rumun yaşadığı adada artık 200-300 arasında yurttaş yaşıyor. Hâlbuki eskiden devlet görevlilerinin dışındaki tüm ahali Rum’muş. Hatta belediye başkanları bile kendi içlerinden seçilirmiş. Günümüzde özellikle yazın nüfuslarının artmasının nedenini 1993 yılında İmrozlulara uygulanan vize uygulamasının kaldırılması olmuş. Sürgündeki İmrozluların adalarına gitmesini engelleyen İmroz için özel vize uygulaması yürürlükteymiş. Zaten gelseler de adalarında kalacak yerleri kalmamış ki. Başta dediğim gibi Gökçeada ‘yerlisi olmayan bir ada’.

Ege Denizi’nde bir şekilde gittiğim onlarca adalardaki, adalara özgü şen şakrak durum ne yazık ki bu Ege adasında yok.. Eğlencenin merkezi olan Kaleköy bile kendine has sessiz, dingin bir bölge konumunda. Acıların, trajedilerin kol gezdiği geçmişinden kaynaklı bir hüzün adayı tamamen ele geçirmiş durumda. Adayı terk etmeyen Rumlar da, ya da yıllar sonra topraklarına dönmüş İmrozlular da yaşadıklarının etkisiyle olsa gerek iyice içine kapanmış, kendilerini dış dünyaya kapatmış, dışarıyla fazla ilişki kurmadan yaşamlarını sürdürüyorlar. Bu durumu gözlemlemek hiç zor olmuyor.

Devlet politikası, topraklarını bırakıp, göç etmeleri için ne gerekiyorsa yapmış açıkçası. Gitmişler de.

Ancak bütün bu göç zorlamalarına karşı duran bir isim vardır; Dr. Dimitri Fokas.

1914 yılında İmroz’da dünyaya gelen Fokas, İmroz’da Hükümet Tabibi olarak görev yapar. Ancak Kıbrıs’ta düşürülen Cengiz Topel’in uçağına karşılık 1964’de Doğubeyazıt’a tayini çıkar. O da görevinden istifa edip, adada serbest doktor olarak görev yapar. 13 Kasım 1993’de hastasının evinden dönerken İmroz’da geçirdiği trafik kazası sonucu hayatını kaybeder. 1950’li yıllardan sonra bütün İmrozluların hayatına bir şekilde dokunan bu efsane doktoru yıllar önce Nazım Alpman’ın bir yazısında tanımıştım. Nazım Alpman, Dr. Dimitri Focus’a ‘neden adada kalıp Yunanistan’a göç etmediğini’ sorar. Sonrası Alpman’ın kaleminden; ‘’Dimitri Fokas tıp fakültesini İkinci Dünya Savaşı’nın son yıllarında Yunanistan’da okumuştu. Bir gün Alman işgali altındaki Atina’da, Yunanistan Komünist Partisi militanları iki Alman askerini öldürmüştü. Almanlar o sokağın iki ucunu tutup, herkesi duvara diziyorlar. Erkekleri bir duvara, kadınları ve çocukları diğer duvara diziyorlar. Dimitri Fokas “zanlı” erkekler arasında… Kimlik kontrolü yapılıyor. Fokas TC pasaportunu çıkarıyor. Alman askerler onu kadın ve çocukların yanına gönderiyorlar. Öbür duvara sıralanmış bütün erkekleri kurşuna diziyorlar! Bu hikayeyi anlatan doktor Fokas sözlerini şöyle bağlamıştı:

-Eğer bugün hayattaysam ve yaşıyorsam TC pasaportum sayesindedir! Benim bu ülkeye can borcum var. Bu topraklarda doğdum, bu topraklarda öleceğim! ‘’

Dr. Dimitri Fokas ‘sözünü tutar’, bugün Gökçeada’da, yani doğduğu topraklarda yatıyor.

(Okuma notları ;  İmroz Rumları-Feryal Tansuğ-Heyamola Yayınları Mart 2013 - Hüzün Adasında Bir Köy-Deniz Kavukçuoğlu -Can yayınları Temmuz 2011 – Rüyaların Kaybolduğu Ada – Konca Altan İletişim Yayınları Ağustos 2019 – Gökçeada Acıların adası Nazım Alpman 21 Haziran 2014 BirGün Gazetesi)

Beğendim 0 Muhteşem 0 Haha 0 İnanılmaz 0 Üzgün 0 Kızgın 0

BU HABERİ OKUYANLAR BUNLARI DA OKUDU

Site en altı
yukarı çık