• 18 April 2016, Monday 19:38
Prof. Dr. Ayhan Çıkın

Prof. Dr. Ayhan Çıkın

Tarımı sömüren, çiftçiyi yoksullaştıran ekonomi politikaları

Prof. Dr. Ayhan ÇIKIN

Son çeyrek yüzyıldır Türk tarımı, Cumhuriyet döneminin en bunalımlı günlerini yaşamaktadır. Yüzyıllar süren bitmez tükenmez savaşların ardından ulusal kurtuluş savaşının başarıyla sonuçlanmasında Türk halkının elindeki yegane kaynak tarımdı. Cumhuriyetin kuruluşu sonrasında genç Türkiye’nin yaptığı atılımlarda tek dayanak noktası tarımdı. Bugünkü sanayileşme sürecinin temel mayası, 1930’lu yıllarda atılırken, tarımdan başka basamak yapılacak bir sektör yok gibiydi. Son onlu yıllarda “Sümerbankı bitirdik, yakında tarihten silinir” söylemiyle övünenlerin yetiştiği okullar ve sanayi kuruluşlarının hepsinin harcında Türk tarımının yadsınamaz payları vardır. Sanayileşmemiz onun omuzlarında yükseldi, dış ticareti, bankacılığı onunla öğrendik. Çok partili demokrasiye geçerken tarım odaklı tartışmalar hep gündemdeydi.

Nasıl oldu bu?

Türk ekonomisinin bugünlere gelmesinde, 1930’ların uygulamalarını eleştirenler, o günün koşullarında nasıl politikalar üretilip, yoksul bir ülkenin tek kaynağı olan tarımından nasıl bir çağdaş Türkiye Cumhuriyeti yaratıldığını anladıklarını sanmıyorum.

Nedir o günlerin politikasının özü?

Öncelikle tek üretim kaynağı olan toprak potansiyelini ve onun üzerindeki insan kaynağını harekete geçirebilen bir sistem yaratmak…

Yeraltı kaynaklarını harekete geçiren politikaları bir yana bırakıyorum. Sadece tarım kısmını şöyle bir irdeleyelim:

-Öncelikle insan beslenmesinin temel kaynağı olan hububat üretimini sürekli kılan ve onu pazara ve sanayiye sürekli ürün veren bir düzen kurmak (Toprak Mahsulleri Ofisi örneği).

-Ardından insanın temel giyim ihtiyacı olan pamuk ve pamuklu sanayini devreye sokmak (Tarım Satış Kooperatifleri ve Sümerbank örneği);

-Yine insanların önemli enerji kaynağı olan şekeri elde etme çabaları (şeker pancarı tarımını geliştirme ve şeker sanayi örneği).

-Yabancıların elindeki Tütün Rejisini ulusallaştırarak yüz binlerce tütün yetiştiren aileye ve yeterli geliri olmayan maliyeye önemli gelirler yaratmak (Tekel örneği).

-Ayrıca tarımsal hammaddeleri kullanan sanayilerle (özel ve kamuya ait) tarım-sanayi bütünleşmesini sağlama çalışmaları.

-Tarımın ve tarıma dayalı sanayilerin finans desteğini yapabilecek finans kurumlaşması örneği (Ziraat Bankası’nın bu amaca uygun yapılandırılması ve Tarım Kredi Kooperatifleri örneği).

-Tarıma teknik girdi sağlayacak ve bunu çiftçinin tarlasına kadar ulaştıracak girdi üretimi ve dağıtım kanalları (Zirai Donatım Kurumu örneği).

-Çiftçinin beyinsel gücünü, çevresindeki kaynakları algılayabilecek bir şekilde geliştiren bir eğitim ve yayım örgütünün kurulması (Köy Enstitüleri ve Tarımsal Yayım Teşkilatı örneği) ... vb …

Örnekler çoğaltılabilir. 1930’lar döneminin tarım politikalarını, daha doğrusu ekonomi politikalarını şöylece özetlemek mümkündür:

“Her alanda üretimi artırmak için onun sanayisiyle, pazarıyla, hizmetler kesimiyle organik bir doku içinde çalışan bir ekonomi politikası. Zorunlu ve gerekli olarak bu politikanın en büyük aktörü Devlet olmak durumunda kalmıştır. Çünkü, yeterli sermaye, bilgi birikimi ve girişimci insan tipi yoktu. Ancak, özel girişimciye de yolları tıkamamıştır…”

Bugün övündüğümüz tekstil sanayi, bu politikanın eseridir. Ne yazık ki bu ülkenin bir bakanının çıkıp da “Sümerbankı bitirdik …” sözüne bu kesimden bir tepki beklerdim… Ne yazık ki böyle bir tepki göremedim.

Bu politikaların rüzgarıyla 1980’li yıllara kadar dünyada iyi gelişen, dünyaya örnek gösterilen bir tarımsal gelişme yaşadık. Sonra ne oldu da Türk tarımı bugünkü “hazan” mevsimine girdi? Tarımda rüzgarlar niye tersine esmeye başladı?

Bunun pek çok nedenleri sıralanabilir:

-Tarımsal yapının bozukluğu,

-Tarımı finanse eden bir bağımsız banka sisteminin olmayışı,

-Türk çiftçisinin kendi öz potansiyelinin tarımda bir dinamizm yaratamaması, vb pekçok nedenler ileri sürülebilir.

Bunlar altyapı sorunlarıdır. Altyapı sorunlarının çözümü de siyasi sorumlulara aittir.

   *              *              *

AB’ye girme sorunları çözecek mi?

Türkiye, AB’ye girme niyetini 1963’te ortaya koydu. 1980’de tam anlamıyla piyasa ekonomisine geçişi benimsedi. Bütçe ve dış ticaret açıkları, iç ve dış borçlanma ile kapatılmaya yönelindi. Ülke, son çeyrek yüzyıl içinde ulusal geliri boyutunda borçlandırıldı. Vergileme sistemi, adeta rant vergi sistemine dönüştürüldü. Tarım, iç ve dış ticaret hadleri aracılığı ile adeta sömürüye açıldı. Çiftçiler, kendi iç dinamiklerini harekete geçirebilecek bir eğitim sisteminden uzak kaldı. Tarım dışı kesimlerde müdahale sistemini kaldıran siyasi erkler, tarımın daha fazla sömürülmesi için, tarımsal girdi fiyatlarını yükselten, tarım ürünleri fiyatlarını düşük tutan politikalara ağırlık verdi. Çiftçi, kendini siyasi ve ekonomik konumlarda ifade edebilecek örgütlenmeden yoksun bırakıldı. Çiftçi ve işçi örgütlenmeleri üzerinde siyasi erkin uyguladıkları kafa karıştırıcı yasal düzenlemeler ve uygulamalar, emekleriyle geçinenlerin bu sömürü sistemini kavramalarını zorlaştırdı.

Kısacası, kırsal kesim, kendi dinamiğini yaratmada yetersiz kaldı. Tarım kesimi, finansal altyapısız bırakıldı. 1970’lerde Köy Koop hareketiyle yaratılan dinamizm, 1980’lerde kırıldı. Örneğin, tarım ve kooperatiflerin finans altyapısı çeşitli bahanelerle engellendi. 1970’lerde Köy Koop’un satın aldığı bir banka, dönemin maliye bakanı tarafından bir gecede, sermaye artırımı yapılarak, bu bankanın o yıllardaki bir başbakanın yeğenine aktarılması sağlandı. 1980’li yıllara doğru yoğunlaşan Stand-by anlaşmaları ile tarıma yapılan destekler, teker teker ortadan kaldırıldı. 2000’li yıllarda çıkarılan tütün ve şeker yasalarıyla, tarımın bu gözde sektörlerinin piyasa alanları yabancılara adeta peşkeş çekildi. Tarımsal KİT’ler özelleştirilerek, tarımın sanayi ve pazar ile ilişkileri kurumsuzlaştırıldı. Bunların yerine yeni kurumsal yapılar oluşturulmadı. Örneğin Yunanistan, Türkiye’deki TMO’ne benzer bir kurumunu özelleştirirken, bunu alabilecek ve yönetebilecek çiftçi kooperatiflerini yaratmak için 15 yıl uğraş verdi.

Uluslararası anlaşmalar ve tarım?

Son çeyrek yüzyıldır, Türkiye’nin siyasi sorumluları, çiftçilere dünya ölçeğinde rekabet etmelerini söylüyorlar. 1994’de GATT Uruguay Tarım Ticaret anlaşmasını, 1995’de AB Gümrük Birliği, Dünya Bankası ile Stand-by anlaşmaları imzalanırken tarımın mevcut yapısının dünya rekabetine açılmaya elverişli olup olmadığı hiç düşünülmedi mi? Düşünülmediyse, tarımın bugün düştüğü sıkıntıdan sorumlu olanlar çiftçiler mi, yoksa, Türkiye’yi uluslararası rekabete açan anlaşmalara imza koyan siyasi sorumlular mı?

AB ile bütünleşmek elbette büyük bir proje. Bu projenin getireceği olduğu gibi götüreceği de var. 1950’lerden sonra tarıma uygulanan politikalar, çiftçiyi piyasa ekonomisine adapte olmaktan çok, 1930’ların projesi çerçevesi içinde oluşturulan kurumsal dokulardan yararlanarak, seçimden seçime biraz yükseltilen girdi ve çıktı destekleri olmuştur. Türkiye’nin mali politikaları, reel üretim yerine, rant tipi vergilendirmeye dönük olduğundan, tarım politikaları, piyasada oluşan fiyatlar yoluyla bu açığı kapatacak şekilde organize edildi. AB, uyguladığı tarım politikaları ile önce  kendine yeterli bir tarım yarattı. 1980’lerden sonra da bu politikalarla, tarımda ihracatçı bir konuma geldi. 1960’larda tarım ürünleri bakımından net ithalatçı olan AB, bugün net ihracatçı yapıya ulaştıysa, burada piyasa mekanizması içinde kooperatifleşmenin rolü inkar edilemez.

Türkiye’nin AB müzakerelerinde en sıkıntı çekeceği dosya Tarım Dosyasıdır. Bunun nedenleri bütün ayrıntılarıyla basında yer almaktadır. Tarımda son yarım yüzyıldır yapamadığımızı şimdi AB kanalıyla yapmak durumunda kalacağız. Bu, en az bir nesil çiftçinin oldukça sıkıntılı yıllar geçireceği anlamındadır.

Gelecek kuşaklar rahat edebilecekler mi?

Gelecek çiftçi kuşaklarının refahı, AB ile müzakerede Türk tarafının başarısına ve uygulamalara bağlı olacaktır. Özellikle hayvancılık, tütün, pamuk, şeker ve hububat üreticilerinin oldukça sıkıntılar yaşayacağını söylemek pek de kehanet olmayacaktır. Öncelikle tarımsal altyapıyı, tarım işletmelerini belirli bir ölçeğe getirerek rekabet gücünü geliştirmek durumundayız. Tarım-sanayi-hizmetler dizisinde yeralmasını sağlayacak örgütlenme (özellikle kooperatifçilik) konusunda örgün ve yaygın eğitim verecek önlemleri almalıyız.

Bugünkü rekabet düzeni içinde finansal yapıyla desteklenmeyen sektörlerin yaşama şansı zordur. Onun için Türkiye’de, tarımı ve onun kooperatiflerini kucaklayacak bir banka sistemi oluşturmak zorunludur.


MAKALEYE YORUM YAZIN

Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.


Site en altı
yukarı çık