• 05 September 2018, Wednesday 19:41
KonukYazar...

Konuk Yazar...

Tüm Bunlar Üçüncü Dünya Savaşı

Konuk Yazar / Prof.Dr. İzzettin ÖNDER / odatv.com

 

 

1 Eylül Barış Günü olarak kutlanıyor.Demek ki, barış yok fakat arzulanıyor.Bu dilekle, biraz da safça, olacağına inanılarak, her yıl saptanan günde barış kutlamaları yapılıyor.“Olmayacak duaya âmin denilmez” ve “olacak duruma dua edilmez” ifadelerinin ikisi de, birbirini tamamlayacak şekilde çelişkili değil m? Eğer bir iş olmayacaksa, olması için niçin dua edilsin ki! Eğer bir iş olacaksa, olması için niçin ek zahmete katlanılsın ki! Belli ki, olmayacak bir iş için yakarmanın asıl amacı, insanları aldatmaktır.Zira bir durumun olması arzulanıyorsa, bu arzunun duası, arzulanan durumu engelleyen yapının değiştirilmesine çalışmaktır.

BARIŞ TALEBİ NASIL BİR ALDATMACA

Barış olur mu?Kapitalist sistemde, ulus devletler var oldukça devletlerarasında, küreselleşmenin gerçekleşmesi durumunda da bireyler ve guruplar arasında büyüklü-küçüklü çatışmalar yaşanmaktadır, yaşanacaktır. Bu ne kaderdir ne de öngörülmedik bir durum! Çünkü içinde yaşadığımız sistem özünde paylaşımcı değil, “bireysellik” gibi kibar ve özünde gücün özgürlüğü görüşünü yansıtan ifade gölgesinde ego dürtüsünde çatışmaya dayanmaktadır.Marks’la Freud’un birleştikleri nokta tam da burasıdır.Şöyle ki, Freud’a göre birey, derin içsel çatışmalara rağmen dışsal sakin görüntülü biyolojik varlıktır; Marks’a göre ise, kapitalist sistem derin içsel çelişki ve çatışmalara rağmen sakin görüntülü sosyolojik organizmadır.Aşırı yük birikimi durumlarında her iki sistemde de içsel çatışmalar dışa vurur; böyle durumlarda sosyo-ekonomik sistemde kriz, insanda ise psiko-patoloji yaşanır.Her iki sistem için kalıcı çözüme ancak içsel çatışmaları baskılayan mekanizmaların kaldırılması ile ulaşılır.Freud çözümünü psikiyatrlara bırakarak, biz burada genel hatlarıyla Marksist yaklaşımla durumu açmaya yönelelim ve barış talebinin nasıl bir aldatmaca olduğunu değerli okuyucularla paylaşalım.

ÜÇÜNCÜ PAYLAŞIM SAVAŞI OLARAK YORUMLANABİLECEK

Barış; bir arada, aynı ya da benzer amaca hizmet edercesine, özgür istek ve hevesle yaşama koşulunun yansımasıdır.Barış; gerekli koşulların varlığı sonucunda oluşan doğal durumdur.Kısacası, bizatihi barış gerekli koşulları oluşturmaz, koşullar oluştuğunda barış gerçekleşir.Devletlerarasındaki çatışmalar sonucunda güçlünün dayatmasıyla ya da sair dengelerin zoru altında sözde barış imzalanır.Hukuksal zorunlu barış o denli pamuk ipliğine bağlıdır ki, ertesinde barışı koruyucu zorlayıcı önlemlere yönelinir.Birinci Paylaşım Savaşı sonrası Almanya’nın ikinci kez dünyayı kana boyaması, Keynes’in kehaneti doğrultusunda, kaçınılmazdı. Çünkü Almanya’ya dayatılan harp tazminatının bir gün hesabı sorulacaktı! Nitekim tam da böyle oldu ve koşullar olgunlaştığında Almanya dünyayı kana boyamaktan çekinmedir.Birleşmiş Milletler ’in hemen tüm işlevi de, yapay hukuksal barış çizgi ve uygulamalarını güçlü devletlerin baskı ve denetiminde korumaktır.Hukuksal ve statü olarak Birleşmiş Milletler‘in abes görüntüsünde sistemsel olarak bir yanlışlık yoktur. Bu durum, tam da Marks-Freud yaklaşımındaki baskılayarak görüntüsel ahengin sağlanması modelinin kanıtıdır; güç baskısında görüntüsel barış! 

Uluslararası sahte barışın bozulması her zaman savaşla gerçekleşmez.Ekonomide küreselleşme, siyaset felsefesi alanında da post-modernite yaklaşımı çerçevesinde emperyalizm yeni yüzüyle tarih sahnesine koyularak, gerçekte yapay barışın bozulmasına yol açabilecek sömürü ilişkisi, giderek haşinleşmesine rağmen, ekonomik işlem görüntüsünde suhuletle sürdürülebilmektedir. Çevresel ekonomilerin gerekli ilerleme hamlesi yapmasına ket vuran denetimsiz ticari ve mali ilişkilerin piyasa görüntüsü altında algılanması kapitalizmin çirkin yüzünü perdeleyebilmektedir. Üçüncü paylaşım savaşı olarak yorumlanabilecek merkezi gıda denetimi, merkezi teknoloji denetimi ve merkezi doğa tahribat koşullarında nasıl bir gelecek beklentisi altında barış günü kutlanabilir ki! Böyle bir kutlamayı, kapitalizmin en gerçek ve temel doğa armağanı olan beynimizi ele geçirmesi koşulunda yapıyor olmamız da sistemin lehine yazılabilecek olağanüstü başarı olsa gerek! Bu hain tuzağı aşabilmek için barış söylemi ile sinmek yerine, ayağa kalkarak gerçek barış koşulunu aramak asıl görev olsa gerek!

GELİR DAĞILIMI BOZULURSA BARIŞTAN SÖZ EDİLEMEZ

İnsanlar arasındaki ilişkiler de, devletlerarasındaki ilişkilere analojik olarak farklı değildir.Bir yanda sermaye gücünü eline geçirmiş bir avuç azınlık, diğer yanda ise emeğini satmaktan başka geçim kaynağı olmayan, üstelik de her emek gücü satışı karşılığında makineleşmeye hız vererek kendisinin üretim dışına atılmasına sebep olan hazin süreçte gerçek barıştan söz edilemez. Marks’ın ünlü sınıf analizini benimsemekle beraber, gurupların ulus bilincinde birleşebildiklerini söyleyebilen, biri iktisatçı diğeri sosyolog olan Marshall adlı iki düşünürün kehaneti bilimsel kanaat olarak kabul edilemez. Ortalama gelir düzeyi yükselirken her geçen gün gelir dağılımı dar ve orta gelirliler aleyhine bozulursa barıştan söz edilemez.Kriz dönemlerinin kimilerine göre fırsat, kimilerine göre yıkım olduğu ortamlarda barış yaşanamaz.Halkların çeşitli alt-kimlik aidiyetlerine göre bölündüğü ve baskılandığı ortamda barış yeşerir mi? Böylesi çatışmaların yaşandığı bir ortamda, özellikle çevresel konumlu ekonomilerde yoğunlaşan sosyoekonomik sorunlar karşısında devlet aygıtının baskı aracı olarak devreye girdiği koşulda barıştan söz etmek halkın zekâsıyla alay etmekten farksızdır.

Bugünkü yazımı, çocuk kitapları yazan değerli bir dostumun hikâyesinden alıntı ile bitirmek istiyorum. Hikâye şöyle: “Afrika’da pek çok toplumda kabul gören ‘ubuntu’, kelime anlamı olarak başkalarına karşı insanlık anlamına geliyor. Bu felsefeye göre, insan olabilmemiz için başkalarına ihtiyacımız var ve insanlığımızı ancak karşımızdakinin yansımasında bulabiliyoruz.Ubuntu geleneği toplumda bireyler arasındaki uyum ve paylaşmayı yüceltiyor.Bir arkadaşımın kızı Afrika’da bir sosyal sorumluluk projesinde çalışmıştı.Çocukların her birine birer kurabiye vermesine rağmen, yemediklerini, ellerindekini birbirleriyle paylaştıklarını, hatta ona da ikram ettiklerini görmüş.İnternette pek çok kaynakta karşımıza çıkan ancak doğrulanmayan bir hikâye de benzer bir resim çiziyor.Afrika’da çalışan bir antropolog bir kabilenin çocuklarına oyun oynamayı öneriyor.Ağacın altına koyduğu meyvelere ilk ulaşanın ödülü o meyveleri yemek olacak.Çocuklarsa yarışmak yerine el ele tutuşuyor, beraberce ağacın altına varıyorlar ve hep birlikte meyveleri yemeye başlıyorlar.Antropolog neden böyle yaptıklarını sorduğunda; ‘Biz ubuntu yaptık diyorlar.Yarışsaydık, yalnızca bir kişi kazanacaktı. Nasıl olur da diğerleri mutsuzken yarışı kazanan tek bir kişi ödül meyveyi yiyebilir?”

Kapitalizmin parıltıları mı, ubuntu’unun iç huzuru ve zenginliği mi?


MAKALEYE YORUM YAZIN

Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.


Site en altı
yukarı çık