• 14 December 2018, Friday 14:50
KonukYazar...

Konuk Yazar...

TÜRKİYE DÖKÜLÜYOR

Yolunu şaşırana yardım eden çok olur, ama yardımın faturası da olur. Ortadoğu dünyanın merkezi gibidir; emperyalistlerin cirit attığı, İsrail’in yaşamsal mücadele verdiği, dünya ekonomisi üzerinde hâkimiyetini henüz yitirmemiş akışkan-dolar gibi işlem gören petrolün ve suyun kaynağı olan bu bölge, tüm bu özellikler ortadan kalkıncaya kadar dünyanın merkezi mesabesindedir. Türkiye’nin böylesine tantanalı coğrafyada dört mevsimin yaşandığı harika bir ülke olması, emperyalistlerin amacını iyi okuyabilip kendi rotamızı basiretle kurabilmemize bağlı olarak, şans da olabilir, hüsran da! Bu bölgede emperyalistlerin gözünü diktiği görece güçlü üç ülkeden biri olan Türkiye böylesi bir ortamda hazan yaprağı gibi sallanırken, her cepheden belli belirsiz istekli yol göstericileri ülkeyi bir yerlere itmeye yelteniyor. Ülke öylesine savruluyor ki, azgın dalgalarda hangi kayaya çarparak sonlanacağını ne halk, ne de emaneten işbaşındakiler bilebiliyor. Özellikle 1950’ler sonrası soğuk savaş döneminde üzerinde oynanan oyunları algılayamadan sürüklenen ülke, soğuk savaşın hitamı ve emperyalistler arası kapışmanın yaşandığı günümüz ortamında da siyasal erk bir yandan ileriyi görememekten, diğer yandan da yönetim dizginlerine başat olamamaktan biraz şaşkın hamlelerle, ülke ayarları üzerinde oynayarak, geçmişe sarılmayı yeğleyen çabalayışı içinde sürüklenmektedir. Gidişatın sonunda duvara toslatmazlar, çünkü duvara çarpış, halkların uyanışı ve bu yüzyılda gelecek yeni bir askeri-siyasi deha gölgesindeki ülkenin emperyalistlerce denetimi güçleşeceğinden egemenin işine gelmeyecektir.

DEVLETÇİLİK DÖNEMİ HARİÇ, TÜM DÖNEMLERDE HALK SOYULDU

Siyasi otoriterlik, kişisel zaaflardan çok, toplumun bir kesiminin tercihi görüntüsünde zuhur eden emperyalist emellerin iç siyasi tercihe yansıması olarak açıklanıp, algılanmalıdır. Bu gereksinimin nereden ortaya çıktığını anlamaya çalıştığımızda ulusun kendi kaderine hâkim olduğu aralığın salt devletçilik dönemi olduğunu görüyoruz. Devletçilik dönemi dışında hemen tüm diğer dönemler emperyalistlerin kâh ticari ilişkilerle, kâh montaj ilişkileriyle, kâh finansal ilişkilerle halkı soyduğu dönemlerdir. 1950’lerde ülkesinde savaştığımız Güney Kore bugün metro vagonları yapıp bize satarken, bizim otomobil yapma tartışmalarını ateşlememiz acı acı düşünülmesi gereken ve geçmişi hasretle anmak yerine, yapılan ve yapılmayanlarıyla derin bir muhakemeye yatırmamız gerekmektedir. Geçmişin içinde kuşkusuz Osmanlı İmparatorluğu da vardır. İmparatorluğun fütuhatla uğraştığı dönemlerde teknik ve bilimde geri kalmanın İmparatorluğun Türkiye sınırlarına itilmesine neden olmasından ders alınarak, bugünümüzü ve bu topraklarda tutunma koşullarını acı acı düşünmek zorundayız. Bilim insanlarını aşağılayıp binlercesini yargıya sürüklemenin, ülkeye olağanüstü değerde hizmetler vermiş geçmiş siyasileri, yetişmiş siyaset ve bürokrat kadrosunu günübirlik menfaat sağlama adına küçümseyerek ulusu bölmenin, kin ve düşmanlığı yaymanın emperyalistlerin ekmeğine yağ sürmekten başka ne işe yaradığını bilemiyorum!

BÖYLE BİR YARGILAMA HAKKI DİNDARDA HİÇ YOKTUR

İleri teknoloji çağında sanayileşmesini yapamamış 80 milyonluk ülkenin kurumlarını dağıtmak ve halkın parçalanmasına dayalı politika kurgulamak, ülkeyi toparlanması zor bir karanlığa sürüklemektedir. Ulus denen her topluluk yerleşik belirli kurum ve kodlarıyla ahenk içinde gelişir. O kadar ki, günümüzün ileri sanayi ülke halkları yazı karakterleri ile dahi tanınabilir. Yazı karakterleri Japon’u ABD’liden, ABD’liyi Alman’dan vs ayırır. Davranış kodları ülkelerde toplumsal birlik ve ahengi sembolize eder ve toplumun maşeri vicdanını ve gücünü gösterir. Bu iki arterin kesilmesi dost işi olamaz. Tüm bu ve benzeri tavır ve davranışlar üst-yapı kurumlarıdır ve zorlama ile değil, birlik ve beraberliğin görünmez bağları ile insanlar arasında örülür. Çünkü toplumların bir hedefi ve bir amacı vardır ve tüm bireyler belirli belirsiz bu amaç için çalışır. Siyasi kadronun halkımıza amaç olarak dinselleşmeyi salık verdiği ileri sürülebilir. Bu yürüyüş nedeniyledir ki, cehaletin karşıtı olan bilim insanlarına çatılıyor. Kutsal inançlar sosyal kurumlardır. Ancak bunlar toplumsal amaç ve ideal değildir. Söz konusu kutsal inançların çoklu amaçlarından toplumu ilgilendireni, topluma karşı siyaset de dahil tüm işlerinde dürüst ve saygılı insan oluşturmaktır. Ancak bu demek değildir ki, dinsel inanca yönelmeyen, örneğin ateist bir kişi dürüst olamaz. Böyle bir yargılama hakkı hiç kimsede, hele de felsefi olarak samimi dindarda hiç yoktur. Böyle bir yargılamayı kendinde hak gören kişinin kendine biçtiği görev(!), hangi sıfatla olursa olsun, dürüstlüğün tek adresi adına kutsallığı topluma dayatmak değil, kutsallık adına ortada gezinen ve türlü kepazeliğe karışanların içyüzünü ortaya koymak olmalıdır. Dünya kapitalizminin derin krizinde halkın kutsalı ile böylesine oynamanın emperyalizm misyonu bağlantısını düşünmek mecburiyetindeyiz!

Peki, bu söylenenlerle az çok uyuşuyorsak, Türkiye’de ne oluyor, nedir bu dayatma? Eğer Türkiye dinselleşiyorsa, nedir bu taciz, insana ve kadına yönelik saldırılar; nedir bu ekonomide yandaş kayırma; nedir bu siyasette anlamsız, seviyesiz ve cahilce karşıt siyasileri suçlama girişimi ve geçmiş dönem siyaset kahramanlarının ruhunu rahatsız etme girişimleri? Böylesi davranışları ahlak ve saygılı olma ölçütünden soyutlayıp siyaset-ticaret ya da dünyevi davranışlar olarak nitelersek, o zaman bu tür davranışları yapanların samimi olarak dinsel ya da insanî özelliklere sahip oldukları ileri sürebilir mi? Kutsal inançların samimi ve dürüst insan oluşturucu misyonu olduğu kabul edilirse, bireysel çıkarın toplumsal çıkarın önüne koyulması, siyasi rakibi ezmek amacıyla her sav ve fiilin meşru kabul edilmesi, halkın iradesi aleyhine siyasette kalma hesabıyla oy manevralarıyla mutlak haksızlık yapılması nereye koyulmalıdır? Acaba tüm kurumların tahribi gibi, halkın kutsalı da mı tahribe uğruyor? Einstein’ın izafiyet kuralı fizikte geçerlidir, bu kuralın sosyal anlayışlarda, hele de kutsal duygularda kesinlikle yeri yoktur, olamaz!

HIRÇINLIK VE SALDIRGANLIK SİYASİLERİ UYARMALIDIR

Türkiye ileri teknoloji ve giderek farklılaşan sanayi dünyasında geri plana düşmüştür, daha da düşüyor. Bu gidişte siyaset de uluslararası alanda kifayetsiz kalıyor. Ama emperyalistlerin Ortadoğu mücadelesinde bir piyona gereksinimi vardır. Sanayileşememiş bir ülke halkının kutuplaştırılması bu rolde emperyalizmin elini fevkalade kolaylaştırmaktadır. Bu derin konuları strateji uzmanlarına ve allameicihan siyasilere bırakıp, son zamanlarda geliştirilen yerli üretim konusu ve ithal bilim insanı projeleri hakkında birkaç söz söylemek istiyorum. Sosyoloji kuralı olarak hiçbir olgu anında oluşmaz, geçmişteki uygulamaların doğal sonucu olarak vücut bulur ve gelişir. Bu süreç bilinçli hareketlerle hızlandırılabileceği gibi, geciktirilebilir de. Hal böyle olunca, durum tam ters bir görüntü sergiliyor olmakla beraber, durumu hızlandırmak için toplumun kimyası bozulmadan demokratik ortama geçmek tek çözün gibi görülmektedir. Hiçbir toplum çeşitli manevralarla halkın ancak yarısından “gıdım farkı oyla” işbaşında tutunmaya çalışan siyasi kadronun hayalindeki(!) kaba dökülemez. Dünya tarihi göstermiştir ki, böylesi yürüyüşler anında fark edilmeyen parçalanışı ve sonun başlangıcını oluşturmuştur. Ülkemizde gençlerin eğitim ve/veya çalışma için yurt dışına kapağı atmaya çalışması siyasileri uyarmalıdır. Sermaye kaçışları siyasileri uyarmalıdır. Ekonomide yaşanan senet protestoları, anormal fiyat artışları, iflaslar ve konkordatolar siyaseti uyarmalıdır, sermaye çevrelerinin de emekçilerden önce artık sesini yükseltmeye başlaması gibi çok net görüntüler siyasileri uyarmalıdır. Bu sinyallerin toplumsal huzursuzluğa işaret ettiği ve böylesi ortamda ne yerli üretimin gerçekleşeceği söz konusudur ne de yurt dışındaki bilim insanlarının memlekete koşarak gelmesini bekleyebiliriz. Yurt dışındaki paralar ve onlardan daha değerli yurt dışındaki beyinlerin ülkeye gelmesi, siyasette ve yöneticilerde çok ciddi değişimi gerektirdiği gün gibi açıktır. Kısacası, toplumda yükselen hırçınlık ve saldırganlık siyasileri uyarmalıdır. Bu yürüyüşle narkoz etkisinden siyasilerin uyanmasını beklemek hayaldir. Umalım ki, bu gidişat halkı uyarır ve halk mesajları yükselerek siyasilere doğru yolu gösterebilir. Umalım ki, 31 Mart günü kendilerini seçtirenlere değil de, halkın seçtiklerine siyasi kulvar açılır.

Prof.Dr. İzzettin ÖNDER / odatv

 

 


MAKALEYE YORUM YAZIN

Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.


Site en altı
yukarı çık