• 16 July 2020, Thursday 16:09
Prof. Dr. KemalKocabaş

Prof. Dr. Kemal Kocabaş

SINIFTA KALMAK…

“Sınıfta  kalmak” bizim kuşakların  dilinde yaygın olarak kullandığı, korkulan   bir deyimdi. Hatırlayabildiğim kadarıyla yıl sonu karnesinde dörtten daha fazla zayıf ders olduğunda sınıfta kalınırdı.   Zayıfı olanlar da eylül  ayında bütünleme (ikmal)  sınavına girerlerdi. Günümüz okullarında  çocuklarımız  sınıfta kalmak veya bütünlemeye kalmak gibi  süreçleri yaşamıyorlar artık !

Öğrencilik süreçlerinde hiç sınıfta kalmadım ama Orta-1’de beden eğitiminden bütünlemeye kaldım. Ortaklar İlköğretmen Okulu, 1954 yılında  Ortaklar Köy Enstitüsünün kapatılmasıyla aynı yerleşkede, aynı öğretmenlerle kendisini var eden parasız yatılı, karma eğitim yapan  ve  laik, demokratik, bilimsel eğitimi temel alan  bir Cumhuriyet okuluydu. Köy Enstitülerinde öğrencilerin bilişsel, duyuşsal gelişimlerini temel alan bütünsel bir eğitim anlayışı vardı. Bu kültür tümüyle ilköğretmen okullarına taşınmıştı. Resim, müzik, beden eğitimi dersleri  bu anlamda çok önemseniyordu. 1967 yazında karneler dağıtıldığında beden eğitiminden bütünlemeye kaldığımı öğrenince epeyce üzülmüştüm. Kasadan atlayamamış, amuda kalkmakta çok başarılı olamamış ve  yüksek atlamada kritik  yüksekliği geçememiştim. Köye geldiğimde Köy Enstitüsü çıkışlı babam  Eylül ayında yapılacak bütünleme sınavı için hemen bir program yaptı. Köydeki evimizin bir odası benim için spor odası oldu. Her gün sabah bir saatlik ormanda  koşu programa konuldu. İki ay boyunca bu programı sıkı bir şekilde uyguladık. Başım ve ellerim üzerinde artık amuda kalkabiliyordum, biraz da kilo vermiştim. Eylül sınavlarında kasadan da atlayarak orta-2 öğrencisi olmuştum.

 Sınıfta kalmak deyimi  günümüzde artık sadece bir eğitim terminolojisi olarak değil konuşma dilimizin de önemli bir deyimi. Daha çok bir şeyi başaramamak   anlamında da kullanıyoruz.  OECD’nin düzenlediği PISA yarışmalarında 2003 yılından beri aldığımız olumsuz sonuçlar basında  hep “Eğitimde Sınıfta Kaldık” başlığı ile yer almıştı

15 Temmuz 2016, FETÖ darbe girişimi sonrası yazdığımız yazılarda ilahiyat fakültelerinin FETÖ’nün kamuda, eğitimde, yargıda, ticaret dünyasında örgütlenmesi, CIA ile olan ilişkileri üzerine sessiz kaldıklarını belirterek “ilahiyat fakültelerinin sınıfta  kaldıklarını”  tespitini yapmıştık. Dört yıl sonra 15 Temmuz 2020 tarihinde TRT-1’de  FETÖ darbesi ile ilgili programda  Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof.Dr. Ali Köse  FETÖ ile ilgili ilahiyatçılara, özellikle akademisyen ilahiyatçılara  yönelik  sitemler olduğunu ifade ederek  “Ben bunu alıyorum ve kabul ediyorum ve bugün diyorum ki, bu konu Türkiye’nin en önemli konusudur.  Devletin bu konuda gerekli önlemleri alması şarttır.” açıklamasını yaparak adeta özeleştiri yapıyordu. Köse ayrıca  ülkeyi yönetenlere  “FETÖ denilen örgütün yapılanma şeklini aynı yolları kullanarak bugün hala  devam eden başka gruplar hakkında gerekli tedbirleri almazsanız Allah size yardımcı olmaz” ifadeleriyle çok önemli uyarılarda bulunuyordu.

Çok açık ki  ülkeyi yöneten kadrolar 2002 yılından beri FETÖ’ye büyük alan açmışlar, kamuda yapılanmasını sağlamışlardı. FÖTÖ  olayında ülkeyi yönetenlerin “sınıfta kaldıkları” çok açıktır. O kadar çok içselleştirmişler ki bu hafta içinde mecliste bir grup başkan vekili   hala “Sayın Fettullah Gülen”  diyebilmektedir. FETÖ darbe girişiminin dördüncü yılında yaşananlardan   ders çıkarmak büyük öneme sahiptir.  Yeniden sınıfta kalmamak için kamuda  her tür tarikat ve  cemaat yapılanmasını asla izin verilmemelidir. Tarikat ve cemaatlara asla okul, yurt kurma izni verilmemelidir. FETÖ olayının bize öğrettiği bir başka gerçeklik kamuda “liyakat”  kavramının önemidir. Liyakat, uzmanlık demektir. Liyakat kamu atamalarında esas alınmalıdır ama alınmıyor… Kamudaki atamalarda siyasal iktidar sınıfta kalmıştır. Son aylarda hiçbir bilimsel yayını olmayan akademisyenlerin, milletvekilliği yapmış eski partili akademisyenlerin  üniversitelere rektör olarak atanmaları üniversite kavramının içini boşaltmaktadır. Üniversite rektörlükleri hiçbir siyasi partinin arka bahçesi asla olmamalıdır. Sonuçta ne oluyor; moralsiz, motivasyonsuz, içine kapanmış, rektörüne saygı duymayan, toplumsal sorumluluğunu yerine getirmeyen  bir üniversite gerçekliği karşımıza çıkıyor.

FETÖ darbe girişiminin dördüncü yılında uyarımıza devam edelim. Siyasal iktidarın sınıfta kaldığı bir başka alan şüphesiz eğitimdir. Siyasal iktidarın eğitimi dinselleştirme  çabaları ülkenin aydınlık geleceği anlamında endişe verici boyutlara ulaşmıştır. Cami ve okul hepimizin saygı duyduğu ama işlevi farklı iki kurum olduğu çok açıktır.  Siyasal iktidar bu iki kurumun işlevlerini karıştıran politik süreçler üreterek,  imam hatip okullarının, ilahiyat fakültelerinin sayılarını akıl dışı bir anlayışla  arttırarak  adeta toplum mühendisliği yapmaktadır.   Ülkeyi yönetenlerin Cumhuriyet değerleri ve  kazanımlarıyla ilgili bilinçaltı sorunları olduğu çok açık. Basına yansıyan hilafet tartışmaları, yüceltilen, içi boş  Abdulhamit  söylemleri ve Ayosofya’nın   1934 yılında müzeye dönüştürülme kararı nedeniyle Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal için söylenen  sözler ülkemiz insanlarının vicdanlarını yaralamaktadır.   Bu anlamda laik, demokratik bilimsel eğitim penceresinden siyasal iktidarın bir özeleştiriye gereksinimi vardır.

Sınıfta kalmak, sadece siyasal iktidar için değil bazı kişiler ve kurumlar için de geçerlidir. Pandemi döneminde  sağlıkçılarımız olağanüstü emekleriyle vicdanlarımızda  onurla yer almışlardır.  Onların karnesi “yıldızlı pekiyi” derece ile donatılmıştır. Salgınla ilgili önlemler konusunda yurttaşlarımızın bir kısmı sınıfta kalmış ve hala salgının birinci dalgası sıfırlanamamış  ve   İnsan kaybımız da 5 bin 300 civarına ulaşmıştır.  Hep birlikte sağlıklı yaşamak için önlemlere uymaya devam edeceğiz.

Sınıfta kalmak  kişiler bazında da hep var oldu. Salgın dönemi, pek çok dost ve arkadaşımızla ilişkilerimiz kesildi, hareket edemez,  görüşemez olduk. Salgın sürecinde insana dair  yaşananlar yazılan öykülerde karşılık bulmaya başladı.  Almanya’da yaşayan bir edebiyatçı arkadaşımın  bana bakmam için ilettiği öykü demetinin içindeki bir öyküsü yüreğimi burktu. Öyküde, Kenan isimli  Türk mühendis ve 15 yıldır beraber oldukları Alman kadın arkadaşı Dagmar, salgın dönemini zorunlu olarak farklı kentlerde yaşarlar, görüşemezler… Çok yoğun yaşadıkları, emek verdikleri  beraberlik salgın dönemi sonrası özellikle kadın arkadaşı tarafından sonlandırılır. Aralarına salgın ve coğrafya girmiştir… Yeni bir yaşam  inşa edilmek istenmektedir. Yaşamının en önemli öznesi olan arkadaşının bıraktığı boşlukta debelenen, ruhsal travmalar  yaşayan, kendisine haksızlık yapıldığını düşünen  mühendisin iç dünyasındaki duygu patlaması, yabancılaşma ve  üretilemeyen kollektivist beraberlik  öyküde   olağanüstü bir dille anlatılır. Yazar, öykünün sonuna Cemal Süreya’nın  “Git diyorsun da/olmuyor işte git demekle…/Her şeye rağmen/Gidemiyor insan/ Ben de sana sev diyorum mesela/Sevebiliyor musun?”  dizelerini eklemiş.  Fark etmiyor, bazen bir erkek, bazen bir kadın da sınıfta kalabiliyor… Arkadaşımın sonbaharda yayımlanacak öykü kitabını  heyecanla bekleyeceğim.

Tüm bu yaşadıklarımıza rağmen farklılıklarımızı zenginliğe dönüştürerek, sevgiyle ve  insan kalarak   yaşamak duygusunu, ülkede demokratik hukuk devletini oluşturma umutlarımızı kaybetmeyelim. Umut, dayanışma ve emekle   hayatı güzelleştirmek  her daim mümkün… Yazımızı bu hafta kaybettiğimiz edebiyatımızın büyük ismi Adalet Ağaoğlu’nu, Zeynep Oral’ın ifadesiyle “Adaletsiz Ülkenin Adaleti” ni  saygıyla selamlayarak tamamlayalım…

 


MAKALEYE YORUM YAZIN

Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.


Site en altı
yukarı çık