• 12 January 2017, Thursday 20:59
H.Avni Kunduracıoğlu

H.Avni Kunduracıoğlu

Allahuekber Dağı’nda Üç Gün / Sarıkamış - Kars

Hüseyin Avni KUNDURACIOĞLU -

Aralık ayının son günleri.

İçinde olduğumuz araç, Kars’ın Sarıkamış ilçesinden ayrılıp Selim ilçesine doğru yol alıyor.

Günlerdir yağan karın beyaz bir düzlüğe çevirdiği ovayı yarıp giden karayolu, bizi Allahuekber Dağı’nın eteklerine doğru yönlendiriyor. Selim ilçesini de ardımızda bırakan araç, düzlükten çıkıp dağa doğru yavaş yavaş tırmanıyor.

Türkiye Dağcılık Federasyonu’nun gelenekselleşmiş ‘Allahuekber Dağı Sarıkamış Şehitlerini Anma Tırmanışı’na katılan dağcılardan oluşan araçlar, birkaç köyü arkada bırakıp Sarıgün Köyü’nün girişinde duruyor.  23-25 Aralık tarihleri arasında gerçekleşecek olan bu etkinlik, Allahuekber Dağı’nın zirvesine ulaşmayı hedefliyor. Ancak zirveye ulaştıracak olan güzergâhın içinde iki gece kamp atmak var. Bu kampların ilk ayağını Sarıgün Köyünün girişinde yeralan bir düzlük oluşturuyor.

Beyaz rengin teslim aldığı bu coğrafya, bizi keskin bir soğukla karşılıyor.

Kamp çantalarımız kamyondan indiriliyor, çadırlara düzlüğün içinde yer bulunuyor, kuruluyor, çantaların içinde yeralan zorunlu malzemeler çadırların içine yerleştiriliyor. Bütün bu işlemler ivedilikle yapıldığı için, beyaz düzlük bir süre sonra rengârenk çadırlara ev sahipliği yapıyor.

Artık Kars’ın Selim ilçesine bağlı Sarıgün Köyünün konuklarıyız. Köy ahalisi bu soğuk coğrafyanın aksine, oldukça sıcak davranıyor.

Özellikle çocuklar.

Gözlerinin içlerinin dahi güldüğü hissedilen çocuklar, karın şekillendirdiği daracık köy sokaklarında en iyi yol arkadaşımız oluyorlar. ‘Yabancı’ kavramının atıldığını hissetmemize ise, köy kahvehanesi yardımcı oluyor. Ortada yanan büyükçe sobadan yayılan ısıya eşlik eden çaylar, dağcılarla köylülerin sohbetleri bu hissin oluşmasında büyük pay sahibi oluyor. Havanın kararmasıyla birlikte dışarıda sertliğini iyice hissettiren hava koşullarına rağmen, aklımız fikrimiz Allahuekber Dağı’nda.

Allahuekber Dağı, tarihimize ‘Sarıkamış faciası’ olarak geçen ’90 bin askerin donarak ölmesi’ sürecinin yaşandığı dağ silsilesidir.

Yıl 1914. 1. Dünya Savaşı kapıda. Dönemin Başkomutan vekili olan Enver Paşa, 93 Harbi ve Berlin Antlaşması ile Ruslara kaptırılan yurt topraklarını (Sarıkamış, Ardahan, Kars ve Artvin) geri almak amacıyla Sarıkamış Harekâtı’ planını kurmaylarıyla paylaşır. Plan, Allahuekber Dağı üzerinden hareket ederek Rusları kuşatmayı hedefler.

Aylardan Aralıktır.

Ayrıntıları bu yazının amacını aşacak olan plan, askeri bir başarısızla sonuçlanır. Bugün; yetersiz erzak, kış şartlarına uygun olmayan giysiler, salgın hastalıklar ve yörenin inanılmaz soğuğu gözönüne alındığında bu sonuç kaçınılmaz oluyor. ‘İhtiras’ sözcüğünün ardına saklanma yanlısı değilim. Ancak bir gerçeğin altını çizmek gerek; Sarıkamış Harekâtı ‘düşman’la çatışmaya giremeyen askerlerimizin coğrafyanın ağır koşulları altında donarak ölmesiyle sonuçlanmış. ‘Sayılar’ üzerinde tartışmalar sürmesine karşın, Sarıkamış ’90 bin şehit’ ile hafızalara kazınmıştır.

103 yıl önce Anadolu’nun yoksul çocuklarına mezar olan Allahuekber Dağı’na yapacağımız tırmanış, dolayısıyla herkese farklı duygular yüklüyor. Köy kahvehanesindeki masalara öbeklenmiş küçük grupların sohbetlerine, kâh dağın hüzünlü tarihi kâh coğrafyanın sertliği dem vuruyor.

Gece, Allahuekber Dağı’nın eteğine konuşlanmış Sarıgün  Köyüne çöreklendiğinde, çadırlarımıza çekiliyoruz.

Günün ilk ışıklarıyla birlikte köy meydanında toplanıyoruz. Çadırlar ve diğer malzemeler toplanıp kamp çantalarının içindeki yerlerini almış durumda. Gece başlayan kar, tane tane atışını sürdürüyor. Belirlenen saatte, 203 lisanslı dağcı ve federasyon görevlilerinden oluşan ekibimiz, tek sıra halinde yürüyüşe başlıyor. Bu tek sıra hali, ilk hedefimiz olan ana kampa kadar sürecek.

Rota, bir süre köyün içinde ilerlettikten sonra bir sırta ulaştırıyor. Bu sırtı aşınca, bir süredir görüş alanımızda olan köyün silüet görüntüsü de yitmiş oluyor. Yaklaşık olarak 20 ile 25 kilogram arasında değişen kamp çantalarımızın hatırı sayılır ağırlığı, yürüyüş temposunu belirliyor olsa da azımsanmayacak bir hızla yol alıyoruz. Bere, eldiven, boyunluk, tozluk ve dış katman giysilerimizin iklime uygun olarak seçilmiş olması bile, şu an hissettiğimiz soğuğu engelleyemiyor. Kar hızını artırırken bir tepeyi daha ardımızda bırakıyoruz. Aştığımız her tepe bir başka tepenin habercisi oluyor. Zemindeki karın yüksekliğini, tepelerin konumları belirliyor. Önden giden arkadaşlarımızın ayak izlerini takip etmek daha güvenli.  Zira 30- 40 cm arasında değişen kar derinliğinin, her an düşme olasılığı yaratması işten bile değil. Bazı noktalarda ise, buzlanmış zemin ile karşılaşıyoruz.

Kar atışı durdu ama soğuk hava iliklerimize kadar hissediliyor. Bu sıra çıkan bir yel, yüzlerimizi yalayıp geçiyor.

Dağın eteğinde yol alırken, sağ tarafımızda beyaz uçurum eşlik ediyor. Artık çantaların ağırlığı, omuzlarımızda iyice hissedilmeye başlandı. Beyaz tepeleri ardımızda bıraktıkça, dağın muhteşem panoramik görüntüsü de ortaya çıkıyor. Birkaç kaya parçasının varlığı, içinde bulunduğumuz beyaz coğrafyaya renk katıyor ya da bizlere öyle geliyor. Kalabalık olan ekibimizin düşen temposu arada bir dinlenme şansı yaratsa da, öncüden artçıya kadar ulaşan ‘olduğun yerde mola’ cümlesi, rahat bir nefes aldırıyor. Dağın sahip olduğu karlı rota kondisyonlarımızı zorlasa bile, çantaların ağırlığını hissetmek kadar etkili olmuyor. Omuzlardan bele doğru kayan ağırlığı hissetmek, bu anlamda yürüyüş hızını kesiyor. Öte yandan, ardımızda bıraktığımız süreç, ana kampın kurulacağı alana yaklaştığımızın habercisi oluyor. Kamp yerinin önümüzdeki tepenin ardındaki düzlük olduğu söylentisi, ön sıralardan en arka sıraya doğru ulaşıyor.

Tane tane düşmeye başlayan kar, biraz sonra yağış şeklini hızlandıracak. Beyaza bürünmüş ekibimiz önümüzdeki tepenin sırtına doğru yol aldığında, ‘S ‘harfi görüntüsü çıkıyor. Tek sıra yürüme şeklimiz, gün boyunca ekibimizin görüntüsünü görsel olarak şekilden şekle soktu denilebilir. Ön sıralardan gelen sevinç belirtileri ana kampın habercisi oluyor. Karın altında gülümseyen yüzlerle, önümüzden giden arkadaşlarımızın peşi sıra ilerliyoruz.

Sırtlarımızdaki kamp çantalarının beyaz zeminle buluşmasıyla, dört saat süren zorlu yürüyüşü bitirmiş ve ana kampa ulaşmış oluyoruz.

Yorgunluk hemen gidiyor ama yerini tatlı bir telaş alıyor. Zira çadırların hemen kurulması gerek. Yoksa bu soğuk havada donmak işten bile değil ya da biz öyle hissediyoruz.

Hoş, bu coğrafyada çadırların kurulması da o kadar kolay değil .

Çadır kurulacak alan belirleniyor önce. Kar kürekleriyle bu alanda birikmiş kar küreniyor ve ardından, zeminde kalan beyazlık tepinerek eziliyor. Bu kez, buzlaşmış zeminle çadır çivilerinin kavgası giriyor devreye. Bir şekilde çivilerin kazanması gerek ve kazandırıyoruz da. Çadırların eteklerine tepilen karlar ya da çadır çevresinde oluşturulan ‘kar duvarı’ gece karşılaşılacak hava sürpizine karşı bir önlem oluyor.

Çadırların kurulmasıyla birlikte oluşan rengarenk ‘çadır kent’imiz, kısa bir süre sonra beyazlara bürünüyor. Şiddetini artıran kar yağışı karşısında, beyaza bürünmemek mümkün olmuyor. Beyaz dağların çevrelediği düzlükte oluşan ana kampımız, 2800 metre yükseklikte. Eksi bilmem kaç sıcaklık derecesi çadırlardan çadırlara fısıldanırken, bir yandan da kumanyalarımızı hazırlıyoruz. Komşu çadırdan uzatılan bir bardak çayın dayanılmaz keyfini aktaracak sözcük yok.

Çadırların içine çekilip, uyku tulumlarımızın fermuarını son noktaya kadar getirdiğimiz an, gece başlıyor. Dışarıdaki rüzgârın uğultusu çadırlara çarpıp geri dönerken, uyuyakalıyorum.

Ertesi sabaha uyandığımızda, kar yağışı hafifçe devam ediyor. Sırtlarımızda yeralan zirve çantaları, dün taşıdığımız kamp çantalarının aksine oldukça hafif. Bu durum sadece kondüsyon güçlüğü istiyor. Elbette coğrafyanın yarattığı hava koşullarına dayanılmasını da. Zira bulunduğumuz yükseklikten, dağın zirvesine doğru yol alacağız. Alıyoruz da.

Bereler, eldivenler, termal içlik ve dış katman giysilerinden oluşan hazırlıkları tamamlayıp, yine tek sıra halinde yola düşüyoruz. Önümüzdeki tepenin sırtına ulaştığımızda, çadırların oluşturduğu kamp yerini yukarıdan görebiliyoruz. Yükseldikçe hava şartları ağırlaşıyor. Elimizdeki batonlardan güç alıp, karın derinliklerinde ilerliyoruz. Açıkçası bu o kadar kolay olmuyor.

Kar yerini bazen tipiye bırakıyor, bazen ise sisli bir havaya. Sis yoğunlaştığında görüş alanımız daralıyor, tipi ise açık suratlarımıza şamar gibi okşayıp geçiyor. Bu noktalarda kar gözlüğü olmadan yürümek neredeyse imkansız. Coğrafyanın zor konumuna eklenen sert hava koşulları altında, neredeyse adım adım yürüyoruz. Geçen zamanı algılamaktan uzak bir konumda ve farklı duygu sarmalının içinde beyaz coğrafyayı arşınlıyoruz. Ulaştığımız düzlük, sağ yanımızı uçsuz bucaksız bir boşluğu dönüştürdüğünde Allahuekber Dağı’nın zirvesine yaklaştığımızın ayırdına vardırıyor.

Hava daha da sertleşiyor. Keskin bir soğuğun egemenliği altında, kulaklarımızı inleten bir rüzgar uğultusu eşliğinde tırmandığımız yol, bizi ‘Meçhul Asker Anıtı’na ulaştırıyor. Zirvenin biraz altına inşa edilen bu anıt, Allahuekber Dağı’nda ‘kalan’ askerlerimizin anısına inşa edilmiş. Dönüşte küçük bir anma töreni düzenlenecek olan ‘Meçhul Asker Anıtı’nı ardımızda bırakıp zirveye doğru ilerliyoruz.

Elbette keskin soğuk ve uğultu da.

On, on beş dakikalık bir yürüyüşün sonunda zirveye ulaşıyoruz. Ana kamptan iki buçuk saat süren bir tırmanışın sonucunda ulaştığımız Allahuekber Dağı’nın zirvesi, sevinçli yüz ifadelerine ve açılmış bayraklara tanık oluyor. Soğuk ve sis, zirvede fazla oyalanma şansı vermiyor.

Geldiğimiz yönden dönüşe geçip önce ana kampa ulaşacağız, buradan sırtlandığımız kamp çantaları ile yol alıp Sarıgün Köyüne ulaşacağız. Köyde kamp çantalarını bir köşeye fırlatıp, demlenmiş çayın döküldüğü ince belli çay bardaklarına hücum edeceğiz.

Açıkçası hak ettik. Zorlu bir kış dağcılığı yaşadık zira. Şikâyetçi değiliz elbet. Gönüllü geldik hepimiz.

Ya Allahuekber Dağı’nda kalan askerler?

Biliyor musunuz? Allahuekber Dağı’nda yağan her kar tanesi yere ‘hüzün’ olarak düşüyor. Sözcüklerin bittiği, boğazların düğümlendiği bir dağcılık serüveni oluyor bu dağa tırmanış.

Savaş kötüdür. Biliriz.

Ama bu dağa çıkan askerler, kendilerini farklı bir savaşın içinde bulmuşlar. Sözcüklerin tükenmesi bu yüzden.

1914’ün Aralık ayında Allahuekber Dağı’ndan ‘inemeyen’ Türk ve Rus tüm askerleri saygıyla anıyorum.


MAKALEYE YORUM YAZIN

Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.


Site en altı
yukarı çık