• 30 August 2016, Tuesday 19:39
ZekiSarıhan

Zeki Sarıhan

Al eline kalemi, yaz başına geleni

Zeki SARIHAN -

Biz ne yazık ki yazıyla geç tanışmış bir toplumuz. Günümüzde okur yazarlık oranı yüzde yüze yaklaşmış da olsa okumayla fazla ilgili değiliz. Hele yazmakla ilişkimiz daha da zayıf.

Benim kuşağımdan arkadaşlardan, yaşadıklarını yazıya dökmelerini ısrarla istiyorum. Çünkü bizler olağanüstü dönemlerden geçtik. Nasıl okuduk, görevdeyken başımıza neler geldi, içeride-dışarıda nelerle karşılaştık? Fakat, arkadaşlarımın çoğu ya yaşadıklarının önemini kavramamış durumda ya da kendinden söz etmeyi ayıp sayarak buna yanaşmıyor. Oysa toplumsal tarihimiz herbirimizin yaşadıklarının toplamından ibaret değil midir?

Anıların önemi yalnız yaşadığımız dönemle sınırlı değil. Her tarihsel dönemde toplum acayip bir laboratuvardır. Dedelerimizden bize anılarını bırakan kaç kişi var? Babalarımızın olsun bize böyle bir defter bırakması ne kadar anlamlı olurdu. Evet, onlar yaşadıklarıyla ilgili sağlıklarında bir şeyler anlatmışlardır ama bunların yüzde doksanı dinleyenlerin belleklerden uçup gitmiştir.

Ben köyümüzün yaşlılarıyla konuşmayı, onların yaşadıklarını öğrenmeyi çok seviyorum. Fakat onların çoğu bu dünyadan anılarıyla birlikte göçüp gittiler. Annemden dinlediklerimi ancak birkaç sayfada kayda geçirdim. Ne yazık ki aklım başıma sonradan geldi ve köyün geçmiş halleriyle ilgili dinlediğim bazı anıları kitaplarıma koyabildim.

Bir süredir, Birinci Dünya ve Kurtuluş Savaşı ile ilgili anıları okumaya can atıyorum. Bunlar resmi tarih kitaplarının rakamlarla, tarihlerle dolu sayfalarından çok daha canlı ve insan kokulu.

Köyümüzde Kafkas Cephesinde Ruslara esir düşmüş, Batum taraflarında domuz çobanlığı yapmış Agi Ramadan Dayı, anılarını Cuma namazından dönüşte mahalleye gelinceye kadar anlatırdı. 1954'te açılan köy okulunda hiç bir öğretmen Ramadan dayıyı okula davet edip konuşturmayı düşünmedi. Hiçbirimiz onun anlattıklarını yazmayı akıl edemedik. Ben 1976'da biri Birinci Dünya Savaşı'na, diğeri Kurtuluş Savaşı'na katılmış iki komşumuzun anlattıklarını not ettim. Hepsi bu kadar! Elinin altındakinin değerini bilmemek buna derler. Kendisinin, ailesinin, köyünün tarihine bu kadar ilgisiz insanların tarih dersinden neden hoşlanmadığına şaşmamak gerekir.

 

Benmerkezcilik değil, tanıklık yapmak

Yaşadıklarını yazmak, benmerkezcilik, kendini beğenmişlik değildir. Aksine, bunları yazmamak topluma ve tarihe karşı görevini yapmamak anlamına gelir. 1984'te bir yayınevi kurduğumuz zaman ilk yaptığım şeylerden biri, bazı eğitimcilere anılarını yazmalarını önermek oldu. Talip Apaydın'ın “Akan Sulara Karşı”, M. Rauf İnan'ın iki ciltlik Bir Ömrün Öyküsü kitapları böyle ortaya çıktı. Aynı öneriyi o zaman Almanya'da yaşamakta olan Fakir Baykurt'a da yaptık. O da anılarını cilt cilt yazdı, bizde değilse de başka bir yayınevine bastırdı. Hepsinden ne kadar çok şey öğrendik.

Her anı kitabının edebi bir değer taşıması ve basılıp kitap raflarında yerini alması mümkün olmayabilir. Şart da değildir. Ancak herkes anılarını yazıp evlatlarına bırakmalıdır. Bunun kaybolmaması için birkaç arkadaşının, oğullarının, kızlarının, torunlarının sayısı kadar çoğaltıp onlara teslim edilmesi iyi olur. Gün gelir aile tarihinin yazılmasında kaynak olarak kullanılır, hatta belki toplumsal ve siyasi tarihimize katkıda bulunur.

Anılarımızın gerçeğe dayanması için günlük tutmak iyi olur. Belleğimize güvenmemeliyiz. Değil olayların tarihini, bizim için acı veya tatlı da olsa olayları bile unuturuz. Ancak yazı unutmaz.

Ayvalık'ta bu yaz 25 gün süren tatil bitmeden önce iki yıldır yazlarını Altınova'da geçiren Öğretmenim İbrahim Belek'le buluştuk. Ondan da aynı istekte bulundum. Öğretmen Okulunda tuttuğum günlüklere dayanarak yazdığım, onun da bir iki sayfa yazarak katkıda bulunduğu henüz basılmamış 'Akpınar'da Okurken' kitabımdan söz açıldı. “Günlük tutmayı nerden öğrendin?” diye sordu. “Tam bilemiyorum ama” diye yanıtladım. “Robinson Krosoe kitabından olabilir. Onu ilkokul üçüncü sınıfta okumuştum. Hatırlarsınız Robinson, karaya oturmuş gemisinde bulduğu bir parça mürekkep ve kâğıtla ıssız adada günlük tutmuş.”

Demek ki Batılılar bu işe bizden çok önce başlamışlar. Hem de ıssız bir adada günlük tutmayı, hayatta kalma mücadelesinin bir parçası sayacak kadar önemsemişler.

Uygarlık yalnız yol ve köprü yapmakla olmuyor. TOKİ evlerine taşınan insanların günlük tutmayı da öğrenmesidir uygarlık...

(Ayvalık, 28 Ağustos 2016)


MAKALEYE YORUM YAZIN

Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.


Site en altı
yukarı çık