• 26 December 2019, Thursday 8:14
ZekiSarıhan

Zeki Sarıhan

DÜNYA YALAN ÜSTÜNE KURULMUŞ

Doğa yalan söylemez. İnsanlar dışındaki canlılar da yalan söylemeyi bilmezler. Yalan söylemek insanlara özgüdür. Bu kolay açıklanamayacak çok yönlü olguyu nasıl yorumlamalıyız? İnsanlar birbirlerine niçin yalan söylerler? Bunun muhataplarını aldatmak, kendi niyet ve kabahatlerini gizlemek, bir çıkar elde etmek gibi birçok nedeni var.
Yalanın en koyulaştığı ve toplumsallaştığı, dolayısıyla en vahim bir hal aldığı dönem, sınıflaşmanın başladığı tarih aralığıdır ve o tarihlerden beri de sürüp gidiyor.
BEŞ PARMAĞIN BEŞİ BİR Mİ?
Toplumsal yalanların en büyüğü, insanların bir kısmının doğuştan köle olduğu veya sonradan köle olmayı hak ettiği, diğer bir kısmının ise köleler üzerinde efendilik yapmaya hakkı olduğudur.  Devletlerin oluşumu da bu yalanlarla yoğrulmuştur. İnsanlar arasındaki zenginlik-yoksulluk farkının nedenini anlatmak için “Beşi parmağın beşi bir mi?” diye hâlâ söylenegelen bir yalanla açıklarlar. Oysa parmakların farklı uzunlukta olmaları onların bir şeyi daha güçlü olarak kavramalarıyla  ilgili evrimsel bir ihtiyaçtan doğmuştur. İnsanlar arasındaki sınıf farkları ise onların üretim araçlarına sahip olup olmama veya sahip oldukları üretim aracının (örneğin toprağın) genişliği, verim derecesi ve benzeri nedenlere bağlıdır.
Sınıflı toplumu meşrulaştıran ve onun bekçiliğini yapan devlet, bin yıllar boyunca bir yandan çıplak zora başvururken bir yandan da yalanları gerçek olarak kabul ettirmek için manevi araçlar üretir ve bunları biteviye tekrar eder. Bunun için bir ruhban sınıfı besler. Eğitim müfredatları yaparak yetişecek kuşaklara sürekli bu yalanları zerk eder. Modern dünyanın haline bakacak olursak yalan dünyanın ne kadar çok ve yaygın araçlarla döndürüldüğünü görürüz. Yazılı basın, radyo, televizyon…
“Yalan”, gerçeğin zıddıdır. Birisi olmasaydı öteki de olmazdı. Sömürücü egemen sınıfların yalanlarına karşı daha başından beri kölelerin, derebeylerin emri altındaki köylülerin, işçi sınıfının ve vicdanlı aydınların yalanlarla mücadelesi hiç eksik olmamıştır. Onlar gerçekleri kuşaktan kuşağa aktarılan masallarla, şiirlerle, atasözleri ve deyimlerle dile getirirler. Güçlerinin yettiğine karar verdikleri dönemlerde zora karşı zor kullanarak tepkilerini dile getirirler. Bilim ve teknoloji, evrenin sırlarını keşfede keşfede batıl inançları açığa çıkarır. İnsanlık tarihi boyunca var olan sınıf mücadelesi, aynı zamanda yalanla gerçeğin mücadelesidir de.
Gene de batıl inançları yalan sınıfına sokmamak gerekir. İnsanların elinde doğrusunu öğretecek kanıtlar ve buluşlar olmadığı dönemde oluşan mitler, inançlar, bilgisizlikten veya eksik bilgiden kaynaklanır ki bunlara “yalan” değil, “yanlış” demek gerekir.                                                                               
BİR İŞKENCECİ ANLATIYOR
25 Temmuz 1984 günüydü. O akşam eşimin eski öğrencisi bir arkadaşın evine misafirliğe gittik. Eşi anaokulu öğretmeniydi. Ona, 5 yaşındaki oğlumuzu hangi anaokuluna vereceğimizi danışacaktık.
Evde bizden başka bir konuk daha vardı: Erzurumlu Kürt Tevfik. Ev sahibimizin akrabasıymış. İkinci Şube Baş komiserliğinden birkaç yıl önce emekli olmuş. Konu komiserlik ve İkinci Şube olunca ilginç bir sohbet başladı. Hırsızlık olaylarını ve Kürt Tevfik’in onlara muamelesini ilgiyle dinledik.
Emniyet, hele de hırsızlık zanlıları söz konusuysa bunun dayak ve işkencesiz olmadığını tahmin ettiğim için Kürt Tevfik’e zanlıları nasıl konuşturduğunu sordum.
İz bırakmadan nasıl dövdüğünü ballandırarak anlattı: Karadeniz bölgesinden özel sopalar getirtiyormuş.
Peki, işkence yaparken kendisini şikâyet edeceklerinden korkmuyor muydu? Korkmuyordu, Çünkü İşkence iddiasıyla 400 küsur dosyası olduğu halde hiç birinden hüküm giymemiş. Hem delil bırakmıyormuş hem de hâkimler Kürt Tevfik’i tanıdıkları için ceza vermiyorlarmış. “Tanıdıkları” sözünü, “korudukları” olarak anlamak gerekiyordu.
Yani mahkeme kararlarına bakılırsa İkinci Şubeye düşenler işkence görmüyordu!  Devlet sisteminin koskoca bir yalan üzerine bina edildiğinin en açıklayıcı kanıtı,   Emniyet ve yargılama sistemidir.
Herkesin bildiği, birçoklarının yaşadığı gibi işkence yalnız İkinci Şubede değil, siyasi şubelerde de çok yaygındı. Hele faşizan darbe dönemlerinde bunun ölçüsü yoktu. 1971’de Mamak’tan geceleri bazı arkadaşları alıp işkence hanelere götürdüklerini hatırlıyorum. Bunlardan birini getirip koğuşa attıklarında ayaklarının altı param parçaydı. Aylarca ayaklarının üstüne basamadıydı! Başkalarından örnek vermeye ne hacet? İşkenceden geçmek ailemiz bireylerinden bazılarının yaşadığı bir olaydır.
Şu işe bakın ki, Kürt Tevfik’le tanıştığımız o akşam, son televizyon haberlerini izlerken öğrendik: Yurt gezisinde olan Cumhurbaşkanı Kenan Evren, gittiği bir yerde nutuk atarken Türkiye’de işkence iddialarının yalan olduğunu bir kez daha söylemiş! Türkiye’de işkence olduğu Avrupa’da Türk düşmanlarının uydurduğu bir yalandı… Bu “yalan” nedense hâlâ “uydurulmaya” devam ediliyor!
DEVLET YALAN ÜSTÜNE KURULMUŞ
 O gece, alışkanlığım gereği, yatmadan önce Kürt Tevfik’in yukarıda naklettiğim anlatımlarını yazdıktan sonra şöyle devam ediyordum:
“Kürt Tevfik uzun yıllar hırsız dövmüştü. Ecevit’in başbakanlığı döneminde de çalışmış olduğunu düşündüm. İnsancıl, şair Ecevit’in. Kürt Tevfik karısı ile birlikte Kıbrıs’a gitmiş. Orada eski hırsızlarla karşılaşmışlar! Türkiye’den gidenler hep öyleymiş. Kıbrıs’a doğru dürüst adam gitmemiş. Bunlar kendilerine verilen evlerde küvetleri hayvanlara yemlik yapmışlar. Güzelim narenciye bahçelerini kurutmuşlar.
Barış Harekâtının onuncu yılı nedeniyle TRT günlerdir Rumların kötülüğünü Türklerin mazlum ve masumiyetini anlatıyor. Cumhuriyet gazetesi de birkaç gündür Ecevit’le bir görüşmesini yayımlıyor.
Nice haksızlıklara hak ve adalet gömleği giydiriliyor.
Dünyanın düzeni hak ve doğruluk temelinden ne kadar uzak…”
Aslında Kürt Tevfik aile sohbetlerinde gerçeği söylüyordu. Hem hırsızlık zanlılarına nasıl işkence yaptığını, hem Kıbrıs’a yerleştirilenlerin özelliklerini gülerek anlatabiliyor, muhtemeldir ki böyle yapmakla rahatlıyordu. Bu onun yaşadıklarıydı. Bir de resmi görüşü vardı ki, hakkında açılan 400 davada hâkimlerin de onayladığı gibi Türkiye’de işkence yoktu…
Şimdi de anayasada yazılı olan birçok temel hakların, düşünce ve ifade özgürlüğünün kâğıt üzerinde olduğu gibi. 


MAKALEYE YORUM YAZIN

Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.


Site en altı
yukarı çık