• 11 October 2016, Tuesday 19:22
ZekiSarıhan

Zeki Sarıhan

“Atatürk de bugün Samsun yolundaydı!”

Zeki SARIHAN

Tarih 17 Mayıs 1971.  Ankara’dan, görev yerim Milas’a dönerken Söke’de otobüsten indim. Selimiye Ortaokulu’nda Türkçe öğretmeniyken Bakanlık emrine alınmıştım, bu kararı geri aldırabileceğim umuduyla Ankara’ya gitmiştim. Fakat bakanla görüşmek ne mümkün? Danıştay’a dava açmaları için bir dilekçe yazarak TÖS avukatlarına bırakmıştım.

12 Mart darbesinin uygulamaları giderek hızlanıyordu. Her yerde devimci gençler, öğretmenler, memurlar, aydınlar gözaltına alınıyordu.

Söke’de birkaç saat geçirip Selimiye minibüsüne bindim. Minibüs tam hareket edeceği zaman sivil giyimli biri, minibüsün ön penceresine yaklaşarak polis kartını gösterdi ve beni aşağıya davet etti.

-Karakola kadar gideceğiz! dedi.

O önde ben arkada Söke caddelerinde yürüyerek Karakola vardık.

Nerden gelip nereye gittiğimi öğrendikten sonra beni sidik kokan daracık bir nezarethaneye tıktılar. Beni içeri almalarının nedeni, o sabah TÖS şubesine uğramamdı.  Bir sivil polis şubeye giren çıkanı izlemiş, Söke’den ayrılırken da “şüpheli” gördüğü bu adamı enselemişti! Bakanlık emrine alınmış olmam da aleyhimde bir kanıttı.

Söke’de tanıdığım çok kişi yoktu. Nezarethanede yapayalnızdım! Akşam oldu, karanlık nezarethaneyi bir kasvet bastı. Oturabileceğim bir sandalye değil, tabure, bank bile yoktu. Yer ve duvarlar beton, kapı demirdendi. Bütün gece ayakta nasıl duracaktım? Nezarethanedeki ağır sidik kokusu da insanın burun kemiklerini sızlatıyordu. Anlaşılan küçük çişi gelenler, polisi çağırıp tuvalete götürülünceye kadar, duvarın dibindeki deliğe siyiveriyorlardı! Zeminin yarısı bu nedenle ıslaktı!

Gece yarısından sonra yanıma bir delikanlı attılar. Güllübahçe ile Söke arasında minibüs şoförlüğü yapıyormuş. Kaza yapmış. Şen şakrak biriydi.

-Patron çok geçmeden gelir beni çıkarır, diyordu. Nitekim öyle de oldu. Kâh çömelerek, kâh ceketimi altıma alıp iğreti de olsa oturarak sabahı ettim.

Neyse ki sabahleyin merhamete gelip oturacak bir sandalye verdiklerinde kendimi sarayda hissettim! Bir de şu sidik kokusu olmasaydı!

Öğleye doğru komiser beni odasına çıkardı. İfademi alarak tutanak tuttu. Savcılığa götürülmemi bekliyordum. Karakolun kapısına çıkardılar. Orada Söke’nin sosyalistlerinden ayakkabıcı Ala Dayı’yı bekler buldum. Dün kendisine TİP örgütünde uğramıştım. Bir şeye ihtiyacım olup olmadığını sormaya gelmiş. Her yerde iyi insanlar var. Dün akşam da bir öğretmen ihtiyacımı sordurmuş ve isteğim üzerine dönerle bir paket sigara bırakmıştı.

Sonradan öğrendiğime göre Savcı beni bırakacakmış. Fakat o gece Başbakan Yardımcısı Sadi Koçaş, yaptığı bir televizyon konuşmasında, “Uzaktan yakından ilgili olan herkesi tutuklayın” talimatı vermiş. “Uzaktan ve yakından ilgili” olunan Mahir Çayan ve arkadaşlarıydı ve onlar İsrail Elçisi Efraim Elrom’u kaçırmışlardı.

Polis, karakol giriş merdivenlerinin başında Ala Dayı’yı görünce ona:

-Uzat kolunu! dedi. Biz daha ne olduğunu anlamadan Ali Dayı’nın sol bileğini benim sağ bileğime kelepçelediler ve ikimizi yalnız arka kısmında demirli küçük bir penceresi bulunan cezaevi aracına attılar. Bizi Mahir Çayan ve elçi kaçırılma olayıyla yakından değilse de “uzaktan” ilgili saydıkları anlaşılıyordu… Gerçekte bu, Elrom’un kaçırılması bahane edilerek yapılan bir devrimci avıydı.

Her ikimizde de en küçük bir korku ve kaygı yoktu.

Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler ve Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur önderliğinde 9 Mart’ta yapılacak bir darbeyi haber alan Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç ve Birinci Ordu Kumandanı Faik Türün takımı, onları bertaraf ederek 12 Mart’ta darbeyi kendileri yapmışlar. Onların sesini kesmek için de Atatürkçü reformlar vaat ediyorlardı. Nihat Erim’in başkanlığında bir hükümet kurmuşlardı. Bunun için ta Amerika’dan Attila Karaosmanoğlu gibi adamları getirip hükümete almışlardı. Onbirler denilen bu takımla ilerici kamuoyunu oyalayan ve zaman kazanan Amerikancı generaller, çok geçmeden bu takımı da tasfiye edeceklerdi.

Mamak’ta, yargılanan gençlerden öğrendiğime göre sorgucu ekiplerin “Lideriniz kimdi?” sorusuna gençler, Faruk Gürler ve Muhsin Batur’un adını veriyorlarmış. Fakat bunlar iktidar ortağı oldukları için polisler ifadelerden o isimleri siliyormuş. Kim darbeciydi, kim saf değiştirmişti, kim muhbirdi? Durum karmakarışıktı. Yani at izi it izine karışmıştı.

Ali Dayı da benim gibi geleceğe inanıyordu. İçinde birbirimize kelepçelenmiş olduğumuz araba İzmir’e doğru yol alırken:

-Atatürk de 62 yıl önce bugün Samsun yolundaydı. Biz İzmir yolundayız! dedi.

Ali Dayı, Atatürk’le kendisi arasında bir bağ kuruyordu.

Bizi gözaltına alanlar da çok hızlı Atatürkçüydü …

Herkesin gönlündeki Atatürk başkaydı …

(22 Eylül 2016)


MAKALEYE YORUM YAZIN

Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.


Site en altı
yukarı çık