• 14 October 2020, Wednesday 16:52
GülçinErşen

Gülçin Erşen

Labranda’nın çağdaş dervişi

Yaklaşık 10 yıldır Güllük – Milas’ta yaşayan biri olarak Labranda’yı görmemek büyük bir eksiklikmiş. Eğer Besalet Alkaya’yla tanışmamış ve onun çağrısına uymamış olsaydım, bu eksikliğimi kimbilir ne zaman giderecektim? Zaten Olcay Akdeniz’in düzenlediği Karia, Karialılar ve Mylasa Sempozyumu’nda, 1940’ların sonlarında, kazı ekibince 8 milimetrelik filme kaydedilmiş siyah beyaz görüntülerini izlediğimden beri Labranda’yı görmek istiyordum… Şimdiyse, gece yıldızlara dokunmak, ay ışığında okumak, aysız gecede vahşi yaşamı keşfe çıkmak, ağustosta göktaşı yağmuru seyretmek ve en önemlisi büyülü bir ortamda, gönül dostlarıyla hoşça zaman geçirmek için tekrar tekrar gitmeye niyetliyim.

Günümüzde cep telefonlarıyla yer ve yön bulmak; internet arama motorlarına yazdığınız yer hakkında hemen her türlü bilgiye ulaşmak mümkünken, Labranda hakkında ansiklopedik bilgi ve yol tarifi vermeyeyim. Ancak, bu ören yerinin tarihinin sanıldığından çok daha eskilere (M.Ö. 1000’li yıllara) uzandığı ve buranın kentsel değil, dinsel bir yerleşim alanı olduğu, oraya birlikte gittiğimiz arkadaşım Bekir Bakan ve Besalet Hoca ile hemfikir olduğumuz konulardan… Dinsel ve mistik öğretilerde bir dağda ya da mağarada inzivaya çekilen, çile çeken, eren, nirvanaya ulaşan dervişlerden, gurulardan söz edilir. Ben sizlere, bunun canlı örneği saydığım Besalet Hoca’yı ve oradaki 3-4 saatimizi anlatmak istiyorum. Çünkü, en az buranın tarihini, Zeus’un çift yönlü baltasıyla parçaladığı dev kayanın mitolojik söylencesini dinlemek kadar ilginç…

Emekli İngilizce Öğretmeni Besalet Alkaya, buraya 1980’lerin başında ilk kez yabancı bir turist grubuna rehberlik etmek için gelmiş. O zaman, tepedeki taş kulübelerde yaşayan üç beş aileyi görünce, “Acaba, bir gün ben de buralara gelir, böyle bir kulübede yaşar mıyım” diye aklından geçirmiş. Aradan yıllar geçip de aşırı kilo aldığı, kan şekerinin 400’lere dayandığı ve kendisine akciğer kanseri teşhisi konulduğu bir dönemde, doktorunun oksijeni bol, “kuş uçmaz kervan geçmez”, her işini kendisinin görmek zorunda kalacağı ve başkalarıyla muhatap olmayacağı bir yerde yaşaması önerisi üzerine, aklına Labranda gelmiş. Yaşamının son altı yılını geçirdiği Labranda’daki tek göz, taş kulübenin sahibiyle dost olması ve kanseri ilk iki yılda yenmesi, ömrünün geri kalanını da yeniden doğduğu bu yerde geçirme isteği, kendi kulübesini yapması ve çevresindeki bir dönüme yakın araziyi alması, yapmayı planladıkları gerçeğe dönüşmüş masal gibi dinleniyor.

“Siz hiç gözlük takan tilki gördünüz mü?”

Besalet Hoca, burada kanseri yenmekle kalmamış; şekeri, dağdaki incirlerden bolca yese bile yükselmiyormuş. Epey kilo vermiş, daha da vermeye niyetli. Yıllarca ören yerinin bekçiliğini yapan, buradaki arkeoloji ekibinin yeme içme gereksinimlerini karşılayan ailenin köpeği Arap bile artık onun olmuş. Kendi arı kovanları var. Ürettiği baldan ve zeytinyağından aldık. Kendisi her şeyi doğal tüketiyor. Dağda karşılayamayacağı gereksinimleri, yapı malzemeleri için “külüstür” otomobiliyle Milas’a iniveriyor. Artık, hiçbir şeye üşenmiyor. Yılan, akrep gibi canlılardan korkmuyor, aksine o bu hayvanları rahatsız etmekten çekiniyor. Gözleri bile eskisinden daha iyi görüyormuş. Bunu da şöyle anlattı:

“Ben ara sıra dağda gece yürüyüşleri düzenliyorum. Özellikle ayın olmadığı, karanlık gecelerde. (“Niye özellikle karanlık gecelerde? Fenersiz yürümek çok zor ve tehlikeli olmaz mı?” diye sordum.) Burada dolunay olduğunda, lambasız kitap okuduğumu bilirim. Öyle aydınlık olur... Bu yüzden gece, tilki, domuz gibi vahşi hayvanları görebilmek için, ayın olmadığı gecelerde yürüyüşe çıkarım. Burada gözlerim bile düzeldi. Eskisinden daha iyi görüyorum. Siz hiç doğada bir hayvanın gözlük taktığını gördünüz mü? İhtiyaç duymaz çünkü… Bir de gece burada yıldızlar dokunabileceğiniz kadar yakın görünür. Göktaşı yağmuru olduğunda gözlem yapmak için gruplar gelir, dağda kalır, teleskoplarıyla falan gökyüzünü inceler, fotoğraflar çekerler. O zaman da mutlaka gelin…” (Gelmez olur muyuz?)

Ören yerini gezerken, uzaktan gelen patlama sesleri üzerine, taş ocaklarının doğaya ve çevreye verdiği zararları konuştuk. Besalet Hoca, verdikleri en büyük zararın doğal su kaynaklarını ve yataklarını yerle bir etmek olduğunu, eskiden su çıkan yerlerden artık su çıkmadığını, Labranda suyunun birçok kaynaktan gelen suların bir yerde toplanmasıyla elde edildiğini, ama gittikçe azaldığını, başka sularla paçallandığını söyledi. Dolaşırken gördüğümüz su kaynaklarından birinden su içerken epey zorlandık. Arkadaşım Bekir, buraya bizim eski yöresel çeşmelerde görmeye ve içinden su içmeye alışkın olduğumuz zincirli bir metal bardak getirmeye söz verdi.

Besalet Alkaya, Labranda’nın korunması, değerlendirilmesi, tanıtılması için bir vakıf kurmaya ve bu dünyadan göçüp gittikten sonra, kulübesini, arazisini o vakfa bırakmaya kararlı. Böyle bir vakfa bizim de üye olabileceğimizi belirttik. Eğer gece gelirsek, Besalet Hoca’nın bizi kulübesinde ağırlayacağına emin olmamıza karşın, oğlum ile bir çadır ve fazladan uyku tulumu almaya şimdiden niyetlendik. Belki de açık havada, tahta kerevetin üzerinde yıldızları seyrederek uyuruz.

Labranda’dan üzerimizde tatlı bir yorgunluk ve içimizde yeniden gelme hevesiyle ayrılırken, doğanın kendisini seveni sevdiğine, koruduğuna ve iyileştirdiğine bir kez daha tanıklık etmiş olduk.

 


MAKALEYE YORUM YAZIN

Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.


Site en altı
yukarı çık