• 14 March 2023, Tuesday 13:25
CelalDurgun

Celal Durgun

12 MART 1971

Kapkara bir gün, kapkara bir tarih… Yalanın en kuyruklusu, iftiranın en iğrenci…

Kan, gözyaşı, baskı, zulüm, işkence, hakaret… Gözaltında ölümler, sakat kalan canlar… Aşı, işi, ekmeği elinden alınanlar… Eşinden, çocuğundan uzaklaştırılan bahtıkaralar…

Yasa yok, anayasa yok, adalet yok… Mahkeme göstermelik, yargıç atanmış…

Konuşmak yasak, yazmak yasak, düşünmek yasak…

İnsanın, insanlığından utandığı zor günler…

Acı dolu, hüzün dolu, hasret dolu koca bir zifiri karanlık…

Çok hukuksuzluklar yaşandı, çok haksızlıklar yapıldı, çok canlar yandı…

O yıllar, Ankara’da öğrenciydim.

İdam sehpalarının kurulduğu günlerdi.

Üzerinden 52 yıl değil; 152 yıl da geçse 12 MART 1971 unutulmaz.

Hakkında o kadar çok kitap yazıldı ki, o kadar çok anı birikti ki, o kadar çok mağdur oldu ki… Yazılanlar okunacak, anlatılanlar dilden dile aktarılacak, yürekten yüreğe kazınacak… Hepsi tanıklı, hepsi ispatlı ve gerçek.

 

"Erenköy’ün oralarda bir yerde, bir köşk varmış bir zamanlar; adı, Zihni paşa köşkü.

‘Ne yazık ki bu köşk, lâmbası yanan yeşil köşke benzemiyor.’

Burası alevlerin yeri göğü sardığı bir cehennemin köşkü.

Alevlerin içinden kadın ve erkek feryatları geliyor; öldür beni Allah’ım diye.

Köşkün sahibi, yetmişli yılların İstanbul padişahı; Faik diye biriymiş.

Zalim ve merhametsiz. Bir de çirkin mi çirkin. Hortlak gibi. Rüyanıza girse; ödünüz patlar, fücceten öbür tarafı boylarsınız. Misafirlerini Zihni paşa köşkünde ağırlarmış.

Yalnız bu padişahın bir özelliği varmış; yemekten önce konuklarının tabanlarına, birkaç sopa vurdururmuş.

Ben de, zebanileri; insana, hâşâ hayvana, iblise hiçbir şeye benzemeyen mahlûkların yaşadığı, bu cehennemden geliyorum. Garip bir tesadüf; benim de adım Faik.

13 Şubat 1972 gecesi gözlerim bir bezle kapatılmış, ellerim urganla arkadan bağlı bir şekilde oraya götürüldüm.

İki kişi koluma girdi, bir merdivenden çıktık.

Gözlerimdeki siyah bezi çıkardılar.

Bir odadaydım. Camlar beyaz boyalı. Dışarısı görünmüyor.

Köşede tek kişilik bir somya. Duvarda da küçük boy bir ayna.

Pijama getirdiler. Her tarafı kurumuş kan içinde. Giy bunu dediler, giydim.

Bu defa ellerim paslı bir zincirle önden bağlandı ve asma bir kilit takıldı.

Bir müddet sonra birileri geldi. Gözlerim yine bağlandı. Bir kat aşağıya indirildim.

Soyun dediler. Çırılçıplak kaldım.

Biri konuşmaya başladı; “Burada anayasa yok, yasa yok. İstersek seni öldürür, cesedini denize atarız, kimsenin haberi olmaz. Şu anda senin nerede olduğunu kimse bilmiyor. Biz bir şey sormayacağız, ne biliyorsan anlatacaksın. Sen gerillâsın, biz de Kontrgerillayız.”

Ben bir şey bilmiyorum dedim.

Falakaya başladılar. Zaman kavramını yitirdim. Ne kadar sürdü bilmiyorum. İstedikleri olmuyordu.

Bu defa, elektrik kablosunun bir ucunu elimin başparmağına, diğer ucunu da cinsel organıma bağladılar. Ve cereyan vermeye başladılar. Feryatlarım yeri göğü inletiyordu; öldür beni Allah’ım diye. Ne çare ölemiyordum da.

Bu defa elektrik kablosunu parmağımdan çıkarıp, kulağıma bağladılar.

Korkunçtu.

Ben yine bir şey bilmiyordum. Bu böyle sürdü.

Bir ara durdular. Beni bir sandalyeye oturttular. Alt tarafıma bir battaniye örttüler. Ve gözlerim açıldı. Karşımda karacı bir tümgeneral oturuyor.

”Evlâdım, sen iyi bir çocuğa benziyorsun; bildiklerini anlat sen de kurtul, biz de rahatlayalım.”

Hâlâ bir şey bilmiyordum.

General öfkelendi “Gebertin bu pezevengi” dedi ve gitti.

O gece bunlar olurken; ben, orduda kıdemli üsteğmen rütbesinde bir Bölük Komutanıydım. Evliydim. İki çocuğum vardı.

Üst kata çıkarıldım. Birkaç gün sonra ayak bileklerimden de zincirlendim.

Bir er elinde tıraş makinesiyle geldi. Saçımı, rastgele üç beş yerden kesti, gitti.

Duvardaki aynanın neden oraya konduğunu şimdi anlamıştım.

Kalktım, kendime baktım. Kırk üç yılı aşkın süredir; o hâlim gözümün önünden hiç gitmez. Ve ben hâlâ geceleri ölümcül kâbuslar görüyorum. Yaşım yetmişüç; bu dertten ölünceye dek kurtulamayacağımı da biliyorum.

Ayaklarımdan da zincirlendiğimi söylemiştim. Tuvalet alaturka. Büyük dışarı çıkma ihtiyacınız var. Ayak bileklerinizdeki zinciri çözmüyorlar.

Çaresiz oturuyorsun.

Kapı da açık. Nöbetçi er size bakıyor. Manzarayı gözünüzün önüne getirin. Hâliniz bu.

Bir insana, böyle bir şey yapmak, şeytanın bile aklına gelebilir mi? Ama bu mahlûkların geliyor. Bu yerde yirmiiki gün kaldım.

Zihni Paşa Köşkü yıkılmasaydı; günleri saymak için duvara tırnağımla attığım, yirmiiki çiziği görebilecektik. Ama suçlu delilleri yok etmek zorunda.

Hikâyemi okuyanlar; her 12 Mart’ta Erenköy’deki Kuşluk parkına gitsinler. Orada aynen anlattığım gibi, İki erkek ortada bir kadın; gözleri bağlı, elleri arkadan bağlı üç insan görecekler.

Gece giderlerse; ezan sesine karışan, öldür Allah’ım feryatlarını duyacaklar. Gündüzleri ise, teneffüse çıkmış, cennetteki kuş sesleri misali çocuk cıvıltılarını...”

(Faik Güleçyüz / “BİR KÖŞK VARMIŞ”)

 


MAKALEYE YORUM YAZIN

Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.


Site en altı
yukarı çık