• 19 May 2024, Sunday 15:06
CelalDurgun

Celal Durgun

“19 MAYIS 1919’DA GENEL DURUM VE GÖRÜNÜM”

Tescilli Atatürk düşmanlarının yalanlarını yüzlerine çarpmak için;

Ulusal Kurtuluş Savaşımızın kahramanlarını karalayan utanmazları, utandırmak için;

Kandırılmış, aldatılmış, yolunu yitirmişleri uyandırmak için;

İnkârcıların, iftiracıların, çıkarcıların gerçek yüzlerini ortaya sermek için;

Yüzü kara, içi kara, vicdanı kara; sahtekârların, düzenbazların, inkârcıların, vurguncuların, teslimiyetçilerin, işbirlikçilerin, vatan satıcılarının, ulus yıkıcılarının, devrim karşıtlarının uydurma savlarını çürütmek için;

Okuyucularımı 105 yıl öncesine götüreceğim.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün kaleminden aktarıyorum:

 

“Osmanlı Devleti’nin de içinde bulunduğu bağlaşık devletler grubu (Almanya, Avusturya, Macaristan, Bulgaristan) Dünya Savaşı’nda yenilmiş, Osmanlı ordusu her yanda zedelenmiş, koşulları ağır bir Ateşkes Anlaşması imzalamış.

Büyük Savaş’ın uzun yılları boyunca, ulus yorgun ve yoksul bir durumda.

Ulusu ve yurdu Genel Savaşa sürükleyenler, kendi başlarının kaygısına düşerek, ülkeden kaçmışlar. Padişahlık ve Halifelik makamında oturan Vahdettin, soysuzlaşmış, yalnız kendisini ve tahtını güvenceye bağlayabilmek düşü arkasında, alçakça yollar araştırmakta.

Damat Ferit Paşa’nın başkanlığındaki hükümet, güçsüz, onursuz, korkak, yalnız. Padişah’ın isteklerine uymuş ve onunla birlikte kendilerini koruyabilecek herhangi bir duruma boyun eğmiş. Ordunun silah ve cephanesi alınmış ve alınmakta…

İtilaf devletleri (İngiltere, Fransa, İtalya) Ateşkes Anlaşmasının koşullarına uymayı gerekli görmüyorlar. Birer uydurma nedenle, İtilaf donanmaları ve askerleri İstanbul’da.

Adana iline Fransızlar, Urfa, Maraş, Antep’e İngilizler girmişler. Antalya ile Konya’da İtalyan birlikleri, Merzifon’la Samsun’da İngiliz askerleri bulunuyor.

Her yanda yabancı devletlerin subay ve memurları ve özel adamları çalışmakta. En sonunda İtilaf devletlerinin onamasıyla Yunan ordusu 15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıkarılıyor.

Bundan başka, ülkenin her yanında Hıristiyan azınlıklar, özel istek ve amaçlarının elde edilmesi, devletin bir an önce çökmesi için, gizli, açık çaba harcıyorlar…

Durumun korkunçluğu ve ağırlığı karşısında, her yerde, her bölgede birtakım kişilerce kurtuluş yolları düşünülmeye başlanmıştı. Örneğin Edirne ve yöresinde Trakya-Paşaeli adlı bir dernek vardı. Doğuda Erzurum ve Elazığ’da genel merkezi İstanbul’da olmak üzere Vilayeti Şarkiye Müdafaa-i Hukuku Milliye Cemiyeti kurulmuştu. Trabzon’da Muhafaza-i Hukuk adlı bir dernek bulunduğu gibi, İstanbul’da da Trabzon ve Havalisi Âdem-i Merkeziyet Cemiyeti vardı.

Bu derneklerin kuruluş amaçları ve siyasi erekleri üzerine kısaca bilgi vermek uygun olur düşüncesindeyim.

Trakya – Paşaeli Cemiyeti’nin ileri gelenlerinden kimileriyle daha İstanbul’da iken görüşmüştüm. Osmanlı yurdunun parçalanacağı korkusu karşısında Trakya’yı İslam ve Türk topluluğu olarak bütünüyle kurtarmayı düşünüyorlardı. Ne var ki bu amaca ulaşmak için o zaman akıllarına gelen tek çıkar yol İngiltere’nin, olmazsa Fransa’nın yardımını sağlamaktı.

Vilayeti Müdafaa-i Hukuk Milliye Cemiyeti’nin ilk Erzurum Şubesini kuran kişiler, Doğu illerinde yapılan propagandaları ve bunların ereklerini, Türklük – Kürtlük – Ermenilik sorunlarını bilim, teknik ve tarih açılarından inceleyip araştırdıktan sonra gelecekteki çalışmalarını şu üç noktada topluyorlar.

  1. Kesinlikle göç etmemek
  2. Hemen bilimsel, ekonomik, dinsel örgütler kurmak
  3. Saldırıya uğrayacak Doğu illerinin herhangi bir bucağını savunmada birleşmek.

Merkezi İstanbul’da olan Trabzon ve Havalisi Âdemi Merkeziyet Cemiyeti’nin siyasi erek ve amacı adından anlaşılmaktadır. Her halde merkezden ayrılmak amacını güdüyor.

Kurulmaya başlayan bu örgütlerden başka, yurt içinde daha birtakım kuruluşlar ve girişimler de ortaya çıkmıştı.

Diyarbakır, Bitlis, Elazığ illerinde, İstanbul’dan yönetilen Kürt Teali Cemiyeti (Kürt Yükselme Derneği) vardı. Bu derneğin amacı, yabancı devletlerin kanadı altında bir Kürt hükümeti kurmaktı.

Konya ve dolaylarında, İstanbul’dan yönetilen Teali-i İslam Cemiyeti kurulmasına çalışılıyordu. Yurdun hemen her yanında İtilaf ve Hürriyet, Sulh ve Selamet Cemiyetleri de vardı.

İstanbul’da önemli sayılacak kuruluşlardan biri İngiliz Muhipler Cemiyeti (İngiliz Dostluk Derneği)  idi. Bu addan İngilizleri sevenlerin kurdukları bir dernek anlaşılmasın. Bence, bu derneği kuranlar, kendi varlık ve çıkarlarını sevenler ve kendi varlıklarıyla çıkarlarını korumak yolunu, (İngiliz Başbakanı) Lloyd George başkanlığındaki İngiliz Hükümeti aracılığıyla İngiltere’nin desteğini sağlamakta arayanlardır.

Bu uğursuzların, İngiliz Devleti’nin, Osmanlı Devleti’ni hiç parçalamadan bırakmak ve korumak isteğinde olup olmayacağını bir kez olsun düşünüp düşünmedikleri üzerinde durulmaya değer.

Bu derneğe girenlerin başında Osmanlı Padişahı ve Yeryüzü Halifesi sanını taşıyan Vahdettin, Damat Ferit Paşa, Dâhiliye Nazırı (İçişleri Bakanı) olan Ali Kemal, Adil ve Mehmet Ali Beyler ve Sait Molla bulunuyordu.

Bu derneğin iki yönü ve niteliği vardı. Birisi, dış görünüşü ve uygarca girişimlerle İngiliz desteğini istemeğe ve sağlamağa yönelik niteliği idi. Ötekisi, gizli yönü idi. Asıl çalışması bu yöndeydi. Yurt içinde örgütler kurarak ayaklanma ve başkaldırma düzenlemek, ulusal bilinci işlemez kılmak, yabancı devletlerin işe el atmalarını kolaylaştırmak gibi haince girişimler, derneğin bu gizli kolunca yönetilmekteydi.

İstanbul’da kadın erkek birtakım ileri gelen kişilerin de gerçek kurtuluşu Amerikan mandası (Amerika’nın güdümünü) istemek ve sağlamakta görüyorlardı.

Bu kanıda olanlar, düşüncelerinde çok direndiler…

Bu açıklamalardan sonra genel durumu, daha dar bir çerçeve içine alarak, çabuk ve kolayca hep birlikte gözden geçirelim:

Düşman, Osmanlı Devleti’ne ve ülkesine nesnel ve tinsel (maddi-manevi) yönden saldırmışlar; onu yok etmeye ve paylaşmaya karar vermişler. Padişah ve Halife olan kişi, yaşam ve rahatını kurtarabilecek çare aramaktan başka şey düşünmüyor. Hükümeti de aynı durumda. Farkında olmadığı halde başsız kalmış olan Ulus, karanlık ve belirsizlik içinde, olup bitecekleri bekliyor. Felaketin korkunçluğunu ve ağırlığını anlamaya başlayanlar, bulundukları çevreye ve olaylardan etkilenebilme güçlerine göre, kurtuluş çaresi saydıkları yollara başvuruyorlar…

Ordu adı var kendi yok bir durumda. Komutanlar ve subaylar, Genel Savaş’ın bunca sıkıntı ve güçlükleriyle yorgun; yurdun parçalanmakta olduğunu görmekle yürekleri kan ağlıyor; gözleri önünde derinleşen karanlık felaket uçurumunun kıyısında, kafaları çıkar yol, kurtuluş yolu aramakta…

Burada, pek önemli olan bir noktayı da belirtmeli ve açıklamalıyım. Ulus ve ordu, Padişah ve Halife’nin hainliğinden haberi olmadığı gibi, o makama ve o makamda bulunana karşı yüzyılların kökleştirdiği din ve gelenek bağlarıyla içten bağlı ve uysal. Ulus ve ordu, kurtuluş yolu düşünürken, kuşaktan kuşağa geçen bu alışkanlık dolayısıyla, kendinden önce yüce Halifeliğin ve Padişahlığın kurtuluşunu ve dokunulmazlığını düşünüyor. Halifesiz ve Padişahsız kurtuluşun anlamını kavramaya yetenekli değil… Bu inanca aykırı görüş ve düşüncelerini açığa vuracakların vay haline! Hemen dinsiz, vatansız, hain sayılır, istenmez…

Bir başka noktayı da söylemek gerekir. Kurtuluş yolu ararken, İngiltere, Fransa, İtalya gibi büyük devletleri gücendirmemek, temel ilke gibi görülmekteydi.

Bu anlayışta olan yalnız halk değildi; özellikle seçkin denilen insanlar bile böyle düşünüyordu.

Öyleyse kurtuluş yolu ararken iki şey söz konusu olmayacaktı:

Önce, İtilaf Devletleri’ne karşı düşmanlık durumuna girilmeyecekti sonra da Padişah ve Halife’ye canla başla bağlı kalmak temel koşul olacaktı.

Şimdi Baylar, izin verirseniz size bir soru sorayım:

Bu durum ve koşullar karşısında kurtuluş için, nasıl bir karar akla gelebilirdi?

Açıkladığım bilgilere ve gözlem sonuçlarına göre, üç türlü karar ortaya atılmıştı:

Birincisi, İngiltere’nin koruyuculuğunu istemek;

İkincisi, Amerika’nın güdümünü istemek;

Bu iki türlü karara varmış olanlar, Osmanlı Devleti’nin bir bütün olarak kalmasını düşünenlerdir. Osmanlı ülkesinin ayrı ayrı devletlerarasında paylaşılmasındansa bu ülkeyi bütün olarak bir büyük devletin kanadı altında bulundurmayı yeğleyenlerdir.

Üçüncü karar, bölgesel kurtuluş yollarıyla ilgilidir. Örneğin bazı bölgeler, kendilerinin Osmanlı Devleti’nden koparılacağı görüşüne karşı ondan ayrılmamak yollarına başvuruyor. Bazı bölgelerde, Osmanlı Devleti’nin ortadan kaldırılacağına, Osmanlı ülkesinin paylaşılacağına olupbitti gözüyle bakarak kendi başlarını kurtarmaya çalışıyorlar.

 

Baylar, ben bu kararların hiç birini yerinde bulmadım. Çünkü bu kararların dayandığı bütün gerekçe ve mantıklar çürüktü, temelsizdi. Gerçekte, içinde bulunduğumuz o günlerde, Osmanlı Devleti’nin temelleri çökmüş, ömrü tükenmişti… Osmanlı ülkesi bütün bütüne parçalanmıştı. Ortada bir avuç Türkün barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son olarak, bunun da paylaşılmasını gerçekleştirmek için uğraşılmaktaydı. Osmanlı Devleti, onun bağımsızlığı, Padişah, Halife, hükümet, bunların hepsi, içeriğini yitirmiş birtakım anlamsız sözlerdi.

Neyin ve kimin dokunulmazlığı için kimden ve ne gibi yardım istemek düşünülüyordu?

O halde sağlam ve gerçek karar ne olabilirdi

Baylar, bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da ulusal egemenliğe dayalı bağılsız – koşulsuz (tam) bağımsız bir Türk devleti kurmaktı.

İşte, daha İstanbul’dan çıkmadan önce düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamaya başladığımız karar bu karar olmuştur.

Bu kararın dayandığı en sağlam düşünüş ve mantık şuydu:

Temel ilke, Türk Ulus’unun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu, ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir. Ne denli zengin ve gönençli olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık önünde, uşaklıktan öte bir gözle görülmeye layık olamaz.

Yabancı bir devletin güdümüne girmeyi istemek, insanlık niteliklerinden yoksunluğu, güçsüzlüğü, uyuşukluğu benimsemekten başka bir şey değildir. Bu aşağılık duruma gerçekten düşmemiş olanların, isteyerek başlarına yabancı bir yönetici getirmeleri hiç düşünülemez.

Oysa Türkün onuru ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus, tutsak yaşamaktansa yok olsun, daha iyidir.

Öyleyse ya bağımsızlık, ya ölüm!

İşte gerçek kurtuluşu isteyenlerin parolası bu olacaktı.

Bir an için, bu kararın uygulanmasında başarısızlığa uğranılacağını düşünelim. Ne olacaktı?

Tutsaklık.

Peki, efendim, öteki kararlara uymakla da sonuç bu olmayacak mıydı?

Şu ayırımla ki, bağımsızlığı için ölümü göze alan ulus, insanlık onur ve şerefinin gereği olan her özveriye başvurduğunu düşünerek avunur ve tutsaklık zincirini kendi eliyle boynuna geçiren uyuşuk, onursuz bir ulusa oranla, dost ve düşman gözündeki yeri elbette başka olur.” (Söylev)

 

19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramınız kutlu olsun.

 

 

 

 


MAKALEYE YORUM YAZIN

Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.


Site en altı
yukarı çık