• 27 July 2017, Thursday 20:02
CelalDurgun

Celal Durgun

Çanakkale / Onbeşliler / Veresiye Defteri

Celal DURGUN -

Araştırmacı Yazar Aydın Ayhan, “Azman Dede” ile söyleşi için Balıkesir’in Mallıca köyüne gider. Gidiş nedeni, 104 yaşındaki “Azman Dede”yi görmek ve onunla söyleşi yapmaktır.

“Azman Dede”, gençlik yıllarında iki metreyi aşan boyu ve dev cüssesi ile adeta “insan azmanı” gibi göründüğünden, köylüler ona “Azman” lakabını takmıştır.

Soyadı yasası çıkınca da “Azman” soyadını almış.

“Azman Dede”nin hikâyesini Aydın Ayhan’ın kaleminden aktarıyorum.

“Yıllar önce bir yerel araştırma sırasında Mallıca Köyü kahvesinde kendisiyle görüştüm. Kulakları ağır duyuyordu. Köylülerden biri yardımcı oldu. Benim sorduklarımı kulağına bağıra bağıra söyledi. Onun sesine alışık olduğundan anladı. Sorduklarımı yanıtladı. Söz Çanakkale’ye geldiğinde, o koca adam sarsıla sarsıla, hıçkırıklar içinde ağlamaya başladı.

Kendisi zor duyduğu için, kan çanağına dönen gözleriyle bize de duyurmak için bağıra bağıra anlatmaya başladı:

‘Bir hücum sırasında bölük erimişti. Yüzbaşı telefonla takviye istedi. Gece yarısı siperleri takviye için istediğimiz askerler geldi. Hepsi askere alınmış gencecik insanlardı. Ama içlerinde daha çocuk denecek yaşta üç - dört asker vardı ki hemen dikkatimizi çekti. Bölüğü düzene soktum. Yüzbaşı gelenlerle tek tek ilgileniyor, karanlıkta el yordamıyla üstlerini başlarını düzeltiyor, sabah yapılacak olan süngü hücumuna hazırlıyordu.

Sıra o çocuklara geldiğinde, o cıvıl cıvıl şarkı söyleyerek gelen çocuklar birden çakı gibi oldular.

Yüzbaşı, ‘Yavrum siz kimsiniz’ diye sordu.

İçlerinden biri, ‘Galatasaray Mekteb-i Sultanisi talebeleriyiz, vatan için ölmeye geldik’ diye yanıtladı. Gönlüm akıverdi o çocuklara. Bu savaş için çok küçüktüler. Daha süngü tutmasını bile bilmiyorlardı. Onlarla ilgilendim. Mermi böyle atılır, tüfek şöyle tutulur, süngü böyle takılır dedim. Onları karşıma alıp bir bir gösterdim. Siperlerin arkasında ay ışığında sabaha kadar talim yaptık.

Gün ışımadan biraz dinlensinler diye siperlere girdik. Ortalık hafif aydınlanır olunca hep yaptıkları gibi düşman gemileri gelip siperlerimizi bombalamaya başladılar. Yer gök top sesleriyle inliyordu. Her mermi düştüğünde minare gibi alevler yükseliyor, bir gün önce ölenlerin kol, bacak, el, ayak gibi parçaları havaya kalkan toprakla siperlere düşüyordu. Mermiler üzerimizden ıslık çalarak geçiyordu. Siperler toz duman içinde kalmıştı.

Bir ara Yüzbaşı, ‘Azman yandık!’ dedi ve siperin köşesini işaret etti.

O şarkı söyleyerek sipere gelen, sanki çiçek toplarmış gibi neşeli olan çocuklar siperin bir köşesinde sanki bir yumak gibi birbirine sarılmış tir tir titriyorlardı. Çocuklar harbin gerçeği ile ilk kez karşılaşıyorlardı. Ürkmüşlerdi. Yüzbaşı ‘yandık’ demekle haklıydı. Muharebede bir ürküntü, panik meydana getirebilirdi. Tam onlara doğru yaklaşırken içlerinden biri avaz avaz bir marş söylemeye başladı:

Annem beni yetiştirdi bu yerlere yolladı / Al sancağı teslim etti / Allah’a ısmarladı / Boş oturma çalış dedi / Hizmet eyle vatana / Sütüm sana helal olmaz / Saldırmazsan düşmana.

Baktım hemen biraz sonra ona bir arkadaşı daha katıldı. Biraz sonra biri daha… Marş bitiyor yeniden başlıyorlar. Bitiyor bir daha söylüyorlar. Avaz avaz... Gözleri çakmak çakmak…

Hücum anı geldiğinde hepsi süngü takmış, tüfeklerine sımsıkı sarılmış gözleri yuvalarından fırlamış, dişler kenetlenmiş bekliyorlardı. O an geldi. Birden Yüzbaşı, ‘Hücum’ diye bağırdı. Bütün bölük, bütün tabur, bütün alay cephenin her yerinden fırladık. İşte tam o anda, o çocuklar kurulmuş gibi siperlerden fırlayıverdiler.

İşte o an. Tam o an bir makineli yavruları biçiverdi. Hepsi sipere geri düştüler. Kucağıma dökülüverdiler. Onların o gül gibi yüzleri gözümün önünden gitmiyor. Hiç gitmiyor...

İşte ben ona ağlıyorum, o çocuklara ağlıyorum.

Azman Dede ağlıyordu. Ben ağlıyordum. Kahvede kim varsa ağlıyordu. Kahveci gözyaşları içinde bize çay getirdi ve ‘Azman Dede hep ağlar’ dedi. ‘Niye ağladığını bugün ilk kez anlattı.”

***                        ***

Hani şu çalgılı, çengili düğünlerde çalınıp oynanıp söylenen; “Hey onbeli onbeşli / Tokat yolları taşlı / Onbeşliler geliyor / Kızların gözü yaşlı” türküsü var ya; bu çocuklar için yakılmıştır. Bu türkü de acı vardır, elem vardır. Bu türküde; bisiklet sürecek, top koşturacak, çelik-çomak oynayacak yaştaki çocukların kendilerini “feda” etmeleri anlatılır. Bu türkü, oynamak için, eğlenmek için değil, vatansever onbeşli çocukları anmak için dinlenir.

 

Kanla kapanan Veresiye Defteri

Kaya Boztepe, Bütün Dünya’daki yazısında Çanakkale Savaşı’nda yaşanan hüzünlü bir gerçeği anlatır.

“1915 yılı, Çanakkale Savaşı’nın en kanlı günleri. Vefa Lisesi öğretmenlerinden Ahmet Rıfkı Bey sınıfa girip öğrencilerine selam verir ama, öğrenciler selama karşılık vermezler. Hoca şaşkın, ‘hayırdır’ der.

Arka sıralardan bir çocuk ayağa kalkar ve ‘Hocam mahallede eli ayağı tutan herkes Çanakkale’de, bizim yaşımız tutmuyor diye göndermiyorlar, siz ise halâ buradasınız. Vatan elden giderse aldığımız eğitim ne işe yarar’ der. Hoca üzülür ve hemen bir dilekçe yazarak okuldan ayrılır, Çanakkale yoluna düşmek üzere hazırlıklara başlar. Annesi yaşlı ve hastadır. Şehzadebaşı’nda beraber otururlar. Başka da kimseleri yoktur.

Ahmet Rıfkı Bey, mahalle bakkalı Selahattin Adil Efendi’ye gider ve cebinden getirdiği ‘otuz üç para’ deyimi ile ifade edilen çok az bir birikimini uzatır; ‘Selahattin Amca, Allah’ın izniyle vatanın böğrüne saplanan hançeri çıkarmaya gidiyorum’ der. ‘Bütün param budur. Senden bir isteğim, anamı iaşesiz bırakmamandır. Biriken borcumu döndüğümde öderim.’

 

Helalleşirler, ayrılır.

Mayıs ayında gittiği Çanakkale’de çeşitli cephelerde savaştıktan sonra Aralık ayında, Ahmet Rıfkı Bey’in şehit olduğu haberi gelir. Annesi Ayşe Hanım dayanıklı bir kadındır.

Gözü yaşlı dua ettiği günlerden bir gün aklına bakkala olan borcu gelir. Gider bakkala, ‘Selahattin Efendi, biliyorsun oğlum Çanakkale’de şehit düştü’ der. ‘Şehitlik künyesi, üzerinden çıkan eşyası ve ikramiyesi bir heyetle bana ulaştırıldı. Bizim şu veresiye defterini çıkar da helalleşelim, 7 aydır beş kuruş ödemedik, evladım borçlu yatmasın.’

Selahattin Efendi, ‘Senin okuman yoktur, bir yakınını gönder, onunla hesaplaşırız, teyze’ der.

Komşunun kızı Gülşah ile beraber tekrar gelir Ayşe Hanım veresiye defterini görmeye. Bakkal Selahattin Adil Efendi defteri açar ve komşu kızı Gülşah okumaya başlar. Okurken gittikçe gözleri dolar ve hıçkırıklarla ağlamaya başlar.

Ahmet Rıfkı’nın hesabı kırmızı kalemle çizilmiş ve sayfaya boydan boya şöyle yazılmıştır.

‘Bu hesap Ahmet Rıfkı’nın helal kanıyla ödenmiştir, vesselam.”

***                        ***

Orhan Veli ne güzel özetlemiş:

Neler yapmadık şu vatan için! / Kimimiz öldük; / Kimimiz nutuk söyledik.


MAKALEYE YORUM YAZIN

Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.


Site en altı
yukarı çık