• 30 August 2018, Thursday 23:35
CelalDurgun

Celal Durgun

OKURKEN TİR TİR TİTREDİĞİM YAZI

‘sözün özü’ - Celal DURGUN / [email protected]

 

“Gazi elinde dürbün, Kocatepe’de bulunduğu noktadan Sincanlı yönüne doğru bakıyordu.

Sincanlı Ovası’na doğru kesif bir duman yükseliyordu.

İlerleyen, taarruza kalkan alaylar, sanki Anadolu efsanelerinin birinden çıkmış, tarih denilen o sahnede oyunlarını olağanüstü bir yetenekle oynuyorlardı.

İnsan haykırışları; kesif tüfek sesleri, arada bir kükreyen toplar, ölüm anında hançereden çıkan çığlıklar…

Ve tepeden ovalara doğru inildikçe, güneşe doğru yönünü dönmüş bozkır çiçekleri…

Çiçek umut ve gelecek demektir.

Zaten bütün yürekler, bir çiçek gibi açarak, geleceğe uçmak istemiyor muydu?

Top gülleleriyle havaya kalkan toprak yığınları, sağa sola fırlayan şarapneller; tek tük de olsa tepeleri aşıp süzülüp gelen tayyareler...

Atılan naralar, arada bir kulağa çarpan subayların “hücum” emirleri…

Güneşin altında parıldayıp sönen süngüler, tepelerin eteklerinde ya da siperlerin içinde bir uzanıp, bir geriye çekilen başlar üzerinde ay yıldızlı serpuşlar…

Sanki yerküre kükrüyor; üzerindeki günahlardan arınmak istiyor gibiydi.

Gazi’nin mavi bir bulutu andıran gözleri, arada bir Çiğiltepe’ye doğru gidip geliyordu.

Oralarda bir gariplik vardı:

Sincanlı Ovası’na uzanan kıvrımların ortasında, bir kilit taşı gibi duran bu tepenin o ana kadar alınması gerekiyordu.

Verilen emre göre, 57. Alay’ın saat 10 sıralarında ele geçirilmesi gerekiyordu.

İlk saldırının şokunu atmış olan Yunan Başkomutanı Trikopis, tepenin önemini kavradığı için, o bölgeye taze kuvvetler göndermişti.

Alay komutanı Albay Reşat Bey’di… Kendisine bağlı kuvvetlerle Çiğiltepe’yi sarmıştı.

Mehmetçik yoğun ateş gücüyle tepeye saldırıyor, elinde tüfek hücuma kalkıyor; ancak karşıdan o denli yoğun bir ateşle karşılaşıyorlardı ki; bir türlü direnişi kıramıyordu.

26 Ağustos, yerini 27 Ağustos’a bıraktı. Çiğiltepe hala direniyordu.

Ancak Gazi sabırsızdı… Geçen dakikalar, uygulamaya konulmuş taarruz planının öteki boyutlarını etkileyecek diye kaygılanıyordu. Gerçekten de Çiğiltepe ele geçirilemediği için, öteki birliklerin bazıları bulundukları yerden, bir sonraki hedefe yönelemiyorlardı.

Gazi daha fazla duramadı; hışımla telefona sarıldı:

Şimdi, Çiğiltepe’yi kuvvetleriyle kuşatmış olan Albay Reşat Bey telefondaydı.

-“Reşat Bey” dedi Gazi.

-“Çiğiltepe’nin bir an önce alınması gerekiyor. Şu ana dek tepenin ele geçirilmesi gerekiyordu. Bu gecikme, genel harekâtı etkiliyor. Ne zaman tepeyi alacaksınız?

Reşat Bey bu soru karşısında sarsıldı. Kendisi yüzünden, bir ulusun bütün bir kaderini bağladığı büyük taarruzun olumsuz etkilenmesi ha? İçi gidip gidip geliyordu. Heyecanla karşılık verdi:

-“Paşam, tepe yarım saat sonra elimizde olacak!”

Telefonun öteki yanından Gazi’nin sesi duyuldu.

-“Pekâlâ!.. Bekliyorum…”

Bu kez Reşat Bey, kuvvetlerinin başında daha bir azimle düşmanın üzerine saldırdı. Emrindeki askerler, yağmur gibi üzerlerine yağan kurşunlara karşı göğüslerini siper etmiş, hedeflerine ulaşmaya çalışıyorlardı. Bir asker ölüyor; derhal yerini başka biri alıyor; ölüme karşı gencecik bedenler korkmadıklarını gösteriyorlardı.

Albay Reşat Bey, askerler arasında namusu, dürüstlüğü, korkusuzluğu ve bir parça da heyecanları ile tanınan ve saygı duyulan bir komutandı.

Kaderi çoğu kez Gazi Mustafa Kemal Paşa ile onu değişik yerlerde yan yana getirmişti.

Balkan Savaşları, derken dünya savaşı, savaşın bitiminde Nemrut Mustafa Paşa Divanı’ndaki görevi, ulusal kurtuluş savaşı başladığında bir anlık kararla Anadolu’ya, yurtsever cepheye koşuşu…

Mustafa Kemal Paşa’nın onu heyecanla karşılayışı…

Öyle ya!

Çanakkale’de ve Doğu Cephesi’nde Gazi emrinde görev yapan Reşat Bey’in dirayetini ve ne denli sözünün eri bir kahraman olduğunu biliyordu… O cephelerdeki başarılarını görmüş ve Çiğiltepe gibi önemli bir mevziinin ele geçirilmesi görevini bilerek ona vermişti.

Reşat Bey’in ise içi içini yiyordu.

Gazi’nin karşısına çıkmak ve “başaramadım!” demek ha!

Sorumluluk, ölümden bile ağır bir yüktü. Ve yarım saat, bir su gibi aktı geçti.

Namlular durmadan kurşun sıkıyor; diz çöküp omuzuna dayadığı tüfeğini düşman hattına çevirmiş askerler direniş hattını yarıp atmak için çırpınıp duruyorlardı.

Derken, hatlı telefon yeniden çaldı. Telefonu açan kişi, Gazi’nin sesini duydu:

-“Bana Reşat Bey’i verin!”

Bir soluk gölgenin üzerine ateş olup düşmüş bir nefes gibi Gazi’nin sesiyle kulakları çınlıyordu şimdi Reşat Bey’in:

-“Reşat Bey, ne oldu? Neden hala tepe ele geçirilemedi? Saat 10.30 dediniz… Saat 10.45”

-“Paşam, düşman tümenlerini tepeye yığmış, direniyor. Az sonra alacağız Paşam

-“Reşat Bey, tepe bir an önce ele geçirilmeli!”

-“Emriniz olur Gazi Paşam… Tepeyi mutlaka alacağız!”

Telefon kesildi. Ve yeniden insan gücünü aşan bir saldırı…

Hatlarda Mehmetçik sanki doğranır; ancak bir dakika olsun ara verilmeden hücuma kalkılır…

Ancak hayır! Düşman inatla direnişini sürdürür…

Reşat Bey, ne yapacağını bilmez bir halde, bütün gecikmenin ve doğacak olumsuzlukların sorumluluğunu omuzlarında hisseder… Aklı geçmişine gider gelir… Dün, bugün ve yarın…

Koskoca bir milletin bütün yazgısı şimdi onun tepeyi alamayışının acısını mı çekecek?

İçi kıyılır, başı döner… Belleği bulanır…

Askerlik şerefi, verilen emirler ve o emirleri canı pahasına yerine getirme sorumluluğu…

Ancak, bütün çabalara karşın, o sorumluluğun yerine getirilemeyişi…

Sonra büyük Gazi’ye verilen sözün boşlukta kalışı ve belki de utançtan onun yüzüne bakılamayacak kadar ağır bir yük… Herkesin yanlışları ve günahları vardır.

Önlemini alırsın, kendi vicdanına söz verirsin ve o yanlış ya da günah neyse, onu temizlemeye çalışırsın… Ancak ya bu ağır günah, bir kara leke gibi alına yapışacaksa…

Ve belki de o görevin yerine getirilemeyişinden o anda her hangi bir siperin içinde günahsız Anadolu çocuklarından birileri şehit oluyorsa… Aklı bir gider bir gelir Reşat Bey’in…

Önce gözü bütün hücum boyunca elinden hiç düşmeyen ve sıkılan mermilerden namlusu kıpkırmızı olan revolverine takılır…  Hayatta çok şey, bir anlık kararların sonu değil mi ki zaten?

Bir süre sonra telefon yine çalar. Gazi’dir telefonun ucundaki.

Ve telefonu açan kişiye Gazi, Reşat Bey’in telefona gelmesi emrini verir.

Gazi’nin karşısındaki ses, titreyerek yanıt vermektedir:

-“Paşam… Reşat Bey size bir not bıraktı ve intihar etti!”

-“İntihar mı? Ne diyorsunuz siz?”

Sanki telefonun ahizesine ölümün soğuk nefesi düşmüş gibiydi o an.  Gazi’nin boğazı düğümlenmiş, gözleri buğulanmıştı. Karşıdaki ses, Reşat Bey’in yazdığı notu okumaktadır o an:

-“Paşam! Size verdiğim sözü yerine getiremedim. Tepeyi ele geçiremedim. Askerlik şerefim lekelenmiştir. Bu lekeyle yaşayamam!”

Gazi üzülmüştür; ancak öfkelidir de… Tamam, askerlik şerefi, verilen asker sözleri…

Bunlar anlaşılmaz şeyler değildir. Ya intihar?

Birkaç dakika sonra Gazi’nin karargâhının telefonu çalar.

Albay Reşat Bey’in yardımcısı telefonda raporunu vermektedir:

-“Paşa Hazretleri… Çiğiltepe alınmıştır. Düşman yüzlerce ölüsünü bırakmış ve Sincanlı Ovası’na doğru kaçmaktadır!”

Düşmanın Çiğiltepe’yi terk ederek, kaçmaya başladığı anda, Reşat Bey’in cansız bedeni, basit bir örtünün altında gülümser gibiydi. O, sağ şakağına tabancasını dayamış; bir anlık kararla tetiği çekivermişti.  Kurşun sol kulağından çıkmış ve o an beynini paramparça etmişti… Şakağından gür bıyıklarına doğru süzülen kanı, kutsal vatan toprağıyla karışıyordu.

Ölüm, ne hazin; ne acı!.. Bir gülün solması gibi ölüm...

Ancak o gül solarken, Kocatepe’den Uşak’a, Sincanlı’ya doğru kanla beslenen, o kanın temiz cevherinden nice umut çiçekleri güneşe doğru başlarını çeviriveriyorlardı...

Na’şı bir gün sonra Sandıklı’ya getirildi ve burada defnedildi.

O defnedildiğinde üzerinden harcamaya kıyamadığı maaşından bir miktar para çıkmıştı.

Bekârdı. Cepheden cepheye koşmaktan evlenmeye zaman bulamamıştı.

Babası Büyükada’da yaşıyordu ve hastaydı. Parasızlık yüzünden evi ipotekli babasına maaşını göndererek, onu ipotekten kurtarmaya çalışıyordu. Albay Reşat’ın defin parası, cebinden çıkan babasına göndermek istediği paradan karşılandı.

Ve defin masrafları çıkarıldıktan sonra, kalan para, ölüm haberiyle birlikte hasta ve yaşlı babasına, Büyükada’ya gönderildi. Şimdi bir öneri:

Yolunuz düşerse Çiğiltepe’ye uğrayın...

Kulağınızı esen rüzgâra, arada bir kulağınıza çarpan çıtırtılara ve esinti halinde nereden geldiği pek belli olmayan, ne olduğunu bir türlü anlayamadığınız seslere; bazen bir sinek ya da arı vızıltısına; uzayıp giden zamanın ötesine verin...

Gözlerinizi mavi gökyüzüne dikin; top top bulutların ötesinde esinti halinde oynaşan gölgeleri görmeye çalışın... İnanın, Reşat Bey’in sesini duyacaksınız...

O sese şehitlerin gölgeleri eşlik edecek; kanla ıslanan toprakların kokusunu yüreğinizin en derinlerinde hissedeceksiniz...

Emin olun: Bu topraklar sahipsiz değil...” (Prof. Dr. Kemal Arı)

            ***                  ***

Her 30 Ağustos’ta bu yazıyı hatırlarım.

Gözümle ve özümle okurum.

Her okuyuşumda, hüzünlenir ağlarım.

Yüreğim güm, güm atar.

Reşat Bey’i düşünürüm, “onur intiharı” içimi acıtır.

Canım yanar, boğazım düğümlenir.

Ondaki, duyarlılığı, sorumluluğu yüreğimde duyarım.

Reşat Bey’in yurt, millet, vatan sevdasını düşlerim.

Afyonkarahisar’daki şehitlik aklıma gelir.

Toprağın altında kefensiz yatan Muğlalı, Mardinli… askerlere Fatiha okurum.

Bağımsızlık için, özgürlük için toprağa düşen yiğitleri anarım.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü ve yol arkadaşlarını yâd ederim.

Bir yanım derya-deniz olur taşar, bir yanım erim erim erir.

Tir tir titrerim.

 


MAKALEYE YORUM YAZIN

Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.


Site en altı
yukarı çık